Züleyha YILMAZ 1 Mart 1982’de Gaziantep’te doğdu. Mehmet Emin Zekiye Üstünel İlköğretim Okulunu, Mehmet Adil Kasap Seçkin Ortaokulunu bitirdikten sonra Bayraktar Lisesinden mezun oldu. Lisans eğitimini Gaziantep Üniversitesi Hemşirelik bölümünde tamamladı. 15 yıldır kamu hastanesinde hemşire olarak çalışmaktadır. Evli ve 3 çocuk annesidir. Öyküleri Oggito, Daima Edebiyat, Kar Öykü ve Güfte Edebiyat kültür, sanat ve edebiyat siteleri ile Güfte Edebiyat dergisinde yayımlandı. Elif Ayla, Serda Kranda Kapucuoğlu ve Zeynep Eşin’in yazarlık atölyelerine katılmış ve Kaan Murat Yanık’tan yazarlık üzerine dersler almıştır. Füsun Çetinel’den ders almaya devam etmektedir. Blog yazarıdır. “zuluokuyor” adlı kişisel blog sayfasını İnstagram üzerinden yönetmektedir. Daktilo Sesleri adlı blog sayfasında da yöneticilik yapmaktadır. Kar Öykü adlı kültür, sanat ve edebiyat sitesinde, site editörlüğü yapmıştır ve hâlen Güfte Edebiyat dergisinde sosyal medya ve halkla ilişkiler sorumlusudur.
2022 yılında yayımlanan, Lepiska Ayrılıklar adlı bir öykü kitabı vardır.
Mehmet Fırat PÜRSELİM’e…
Koşarak tramvaya yetişmeye çalışıyorum. Yetişemiyorum. Otobüs gibi olsa peşinden koşar durdururum ama öyle değil. Bir sonraki tramvayın on dakika sonra olduğunu söylüyor sarı ışıklı levha. Bekleyelim bakalım. Hep yaptığımız şey değil mi? Beklerken hayal etmek. Hayal ederken hep “sonra”yı düşünüp “an”da mutlu kalamamak. Sahi, insanoğlunun kaderi bu değil mi? Ya da ilk insan Ȃdem’den beri bu bizim lanetimizdir belki kim bilir? O sırada çantamdan yeni aldığım kitabımı çıkarıyorum. Kapakta “Sakarmeke” yazıyor. Yerde sarı çiçeklerden bir tarla. Hava bulutlu. Minik kuşlar uzakta. Gönülsüzce açıyorum bir sayfayı: Serçe. Öyküyü okudukça ağlıyorum. Öyküdeki karaktere üzülüyorum. Yalan. Kendime üzülüyorum. Bütün okurlar gibi. Başkalarının acısını hep kendi acımızla kıyaslarız kitaplarda. Ailem, içime dolan acılar… Bir nöbet hâlinde yıllardır içime dolanlar taşıyor.
Tramvayın sesi beni sarı çiçekli tarladan çağırıyor. Sakarmekeler uzaklaşıyor benden. Bir serçe büzülüyor içimde. Gözlüğümün altından yanaklarıma yürüyen ılıklığı siliyorum başparmağımla fark ettirmeden. Ayağa kalkıp tramvaya yürüyorum. Tramvay tıklım tıklım. Günden döndüğü şık mantolarından ve konuşmalarından belli olan bir grup kadın, okuldan çıkan dağınık öğrenciler bir de benim gibi gece mesaisine gidenler. Kadınlar sanki günde yeteri kadar içlerini dökememişler gibi konuşmaya devam ediyorlar. Öğrenciler ise gençliğin getirdiği yersiz bir mutluluk püskürtüyorlar tramvaya. Bazıları sessiz, düşünceli… Başını cama yaslayanlar gelecek kaygısına bakar gibi bakıyor akıp giden hayata. Kimseyi anlamıyorum. Kimseyi anlayamayacağım konusunda kendimi ikna ediyorum. Tramvayda ezilmeyeceğim bir yer buluyorum. Yanımdaki uzun boylu, yüzünü göremediğim adamın koltuğunun tam altındayım. Ter kokusu tramvayı yavaşlatıyor sanki. Nefes almasam mesela ne olur? Düşünüyorum. İçimizde bambaşka kuşlar mı var acaba? Kimi ürkütülmüş, kimi özgürlüğüne düşkün, kimi yara almış, kimi yırtıcı…
“Kendini mi yazdın?” diyor editörüm?
“Efendim?”
“Kendini mi yazdın bu ay dergiye koyacağımız öyküde?”
“Kendimi yazmadım.”
…
“Sakıncası var mı kendini yazmanın?” diyorum.
Dudaklarının yana doğru kaydığını görüyorum bilgisayar ekranında, gülüyor. “Yok.” diyor.
“Kendini yazmayan var mı?” diyorum bu kez. “Yok.” diyor, dalgın.
“Beğendim ‘kendini’.” diyor sesinden çok elleri.
“Kendi”min beğenilmesi beni memnun ediyor. Suçüstü yakalanmış çocuk hâli yapışıyor yüzüme. Gülüyorum.
Durağa yaklaşınca editörüm uçup gidiyor zihnimden. Mesai saatinden tam on dakika sonra varıyorum. Geç kalıyorum. Uzun saçlarıyla salınan meslektaşım telaşlı. Muhtemelen ve her zaman olduğu gibi bir planı var. İş çıkışına ayarladığı planını on dakika geciktiren benim. Çaktırmıyor sanıyor ama bana kızıyor. Gözbebekleri büyüyor, elleri terliyor. Beni görünce yine de sevinmiş gibi yapıyor. Ben de sevinmiş gibi yapıyorum. Teslimde anlatıp duruyor; tansiyonu yüksekti, şu ilacı verdim… Şekeri yüksekti, insülin yaptım, falan filan… Alttan hep aynı mesajı veriyor, yirmi dört yıllık hemşire olabilirsin ama ben iki yıllık deneyimimle senden daha iyiyim. İyi olmasına izin veriyorum. Böyle mutlu olacaksa olsun bakalım. Meslekle ilgili iyi olma kaygımı, acilden saçma sapan sebeplerle başka birime sürüldüğüm zaman bırakmıştım. O, bunu bilmiyor. Benim mesleğe olan inancımın tam olarak nerede yittiğini bilmiyor. Suçlu benim aslında kimseye duygularımı belli etmiyorum. Edince kendimi savunmasız ve aciz hissediyorum. Canım acıyor ama yine de ona gülümsüyorum.
“Bizi mi yazdın diyor?” teslim aldıktan sonra diğer arkadaşım. “Nerede?” diyorum. “Her ay yazdığın derginin yeni sayısında.”
Demek yazılarımı okuyan arkadaşlarım varmış. Bilsem yazar mıydım? Yazardım sanırım. “Nereden bu kanıya vardın?” diye soruyorum, güya “Yok canım!..” diye yalanlamak niyetindeyim. Sanki becerebilecekmişim gibi… İnanırsa ben de hemen işin içinden tereyağından kıl çeker gibi sıyrılacağım. Ah ne mümkün!.. “Hastanede geçen bir öykü yazmışsın ya ondan bizi yazdığını düşündüm.” diyor yanımda enjektörü hazırlarken. “Yok canım, biz değiliz, mekân doğru bizim çalıştığımız yer ama kişiler… Bilirsin işte yazarlar yaşadıkları hayattan beslense de sonuçta gerçeği değiştirirler.” Onu böyle geçiştirdikten sonra soyunma odasına geçip üzerimi değiştiriyorum. Üniformamı giyince hemşire masasının önüne geliyorum. Hasta yakının biri bana sesleniyor. Kafamı kaldırıyorum. Bilmem kaçıncı kez yatan hastanın yakını. Hastaneyi bizden daha çok sahiplenmiş biri. Bana personeli soruyor, benden daha yakın ona da tabii ki… “Buralardadır.” diyorum. “Yok, yok!” diyor, “Yeni hasta yatmış, yakını güzel bir genç kızdı, onun peşindedir.” Bunu bilmesi ve bu kadar rahat ifade etmesi beni geriyor. Hasta yakınının personel ile samimiyeti bana çok laubali görünüyor. Onun özel hayatına dâhil olması ne garip. Daha fazla bu mevzu ile meşgul olmak istemiyorum. Onu başımdan savmak için de “Bilmiyorum.” deyip odaya geçiyorum.
“Tık tık!” diye kapı çalar gibi masaya vuruyor biri. “Buyurun.” diyorum. “Kimse var mı?” diyor karşıdaki. “Yok!” diyesim geliyor, “Ben kimse değilim.” Yüzüne bakmak yerine duvardaki saate ilişiyor gözüm. Yirmi iki civarında geziniyor akreple yelkovan. Eşimle görüşme vakti. Çocuklar arkadan bağırıyor, “Anne, seni özledik!.” “Özlersiniz yavrum zira ben de kendimi özlüyorum.” diyorum kendi kendime. İçime içime bir özlem doluyor. En son ne zaman kırlarda koştum. “Kandırma kendini…” diyerek kendime gülüyorum. “Dizinde kocaman menüsküs yırtıkları var. Tartıdaki rakamlar da dizine rağmen artıyor. Sen kim, kırlarda koşmak kim?” “Ama!” diyorum kendime “İnsan hayallerinde koşabilir.” Hayallerde hastalık yok ki! Aklımda uçuşan fikirlerin deliliği beni güldürmeye yetiyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde editörüm arıyor. “Bak gördün mü?” diyor, “Filan yazar filan yazarı yine paylaşmış.” “Bırak artık!” diyorum, “Onları kendi hâline bırak!” Gülüyor bana, “Sen neden umursamıyorsun?” diyor. “Bırak!” diyorum, menfaate dayalı ilişkileri, boş ver, biz yazalım, elimizdeki tek silahımız kalem… Bir küme sakarmeke havalanıyor uzaklara doğru. Kardiyoloji koridoru loş bir sessizliğe bürünüyor. Ağrılar susuyor. İçimde bir serçenin büzüldüğünü duyumsuyorum. Kimsenin bilmediği kayıp bir serçenin. “Kendi” saatim başlıyor.