Müstəqil.az Türkiyədə yaşayıb yaradan Zafer Çarboğanın hekayəsini təqdim edir :
(Türkiyə türkcəsində )
İçeri girdiğinde ağır bir yağ ve hamur kokusu karşılıyor seni. Bu anı daha önce defalarca yaşadın. Muhtemelen bir iki saat sonra ağır bir baş ağrısı başlayacak ense kökünde. Böyle olmamasını dileyerek içeri doğru yürüyorsun. Kırmızı, sarı lambalarla aydınlatılmış bu küçük ve tatlı kafenin duvarlarında da yeşil ve mavi ışıklar var. Gözlerin uzağı iyi seçemediği için duruşundan ayırt etmeye çalışıyorsun Jin’i ve arkadaşlarını. Onları ararken organların muazzam yardımlaşmasını düşünüyorsun; kulak görüyor, göz duyuyor, el düşünüyor, diz tedirgin oluyor. Hatta bir keresinde senin karşında her zamanki gibi susan Jin’e şöyle dediğini anımsıyorsun: “Kadınlar bazen parmaklarını çıtlatarak konuşur.” O esnada sağ elinle sol el parmaklarını sıktığını fark ediyorsun. Bu seni ayıltıyor. Gözlerin masalardaki duruşlarda. İnsanların yüzlerini ayırt etmen imkânsız. Saçlarının şeklinden, oturuşlarından, sigara içişlerinden… Belki çayı karıştırma şeklinden bile tanırsın onları. Daha birkaç gün önce fark etmiştin herkesin çay kaşığını saatin tersi yönünde döndürdüğünü, çok az insanın, Jin dâhil, saat yönünde döndürdüğünü. Sonra duvar dibindeki masalara bakıyorsun. Sırtını oraya, duvara yaslamış olabileceğini… Bir tehlikeyi bekler gibi oturur bazıları çünkü. Sen de öylesin. Onunla ne zaman bir kalabalıkta otursan sırtını duvara yaslar, tedirgin tedirgin insanları izlersin. Bu yüzden en dibe doğru yürüyorsun. Işığın ulaşmada zorluk yaşadığı, yalnızca keskin ışığın girebildiği, sırtını soğuğa ve karanlığa dayayan o yerlere doğru… Yanılmıyorsun bu tahminlerinde. Hiçbir zaman ustalıkla içemediği sigarasının tazyikli dumanından çıkarıyorsun onu. Sigarası sol elinde Jin’in. Sağ dirseğini masaya koymuş, sağ yanağını koluna dayamış, senin onu ararken ki sıkıntını izliyor gülümseyerek.
Masaya vardığında bir hareketlilik oluyor. Herkes sözleşmiş gibi Jin’in yanındaki sandalyeyi boşaltıyor senin için. Oturuyorsun. Bütün “hoş geldin”lere zor duyulur bir sesle karşılık veriyorsun. Sonra bütün masaya dudağının kenarında düştü düşecek bir gülümsemeyle hafifçe başını sallayarak selâm veriyorsun. Elinin ve ayağının nerede duracağına karar veremediğin her hâlinden anlaşılıyor. Ama kimsenin bunu umursadığı yok Jin’in dışında. Bacaklarını hızlı hızlı ama yabancılığın o tedirgin tavrıyla sallıyorsun. Başparmağını avucuna bastırıp diğer parmaklarınla sıkıştırıyorsun. Böyle anlarda vücudunda en çok tepki gösteren yer burun deliklerin oluyor. Genişleyen burun deliklerinin nefes alışını kolaylaştırdığına ve böylece seni baskı altına alan o ortamlara daha kolay katlandığına inandın hep. Bunu yaparken sağ kaşının yukarı kalkması seni ele veriyor. Jin, boğulmaya başladığını, kalabalıkta sana doğru akan her bakışın zehirli bir ok gibi yalnızlığının o kırılgan dokusuna saplandığını anlıyor. Bir anda göz göze geliyorsun onunla, sana gülümsüyor hafifçe. Onun, bakışlarından: “Buradayım.” dediğini anlıyorsun. Gülüşüyle, gözlerinin kenarında en anaç olduğu anlarda beliren incecik kırışıklıklarla, şu an ki ruh halini anlamasıyla topyekûn yardımına koşuyor senin. O an ikinizin de beklemediği bir şey oluyor; masanın altında kimseye fark ettirmeden o küçücük elleriyle senin parmak uçlarını sıkıyor Jin. Onun terli sıcaklığını hissediyorsun. Aynı anda gülümsüyorsunuz. Ama o gülümsemesinde daha çok ısrar ediyor, sanki seninki düşmesin diye kendi gülüşünü seninkine dayamış. Ona minnetle bakıyorsun. Bir anda kendini onun arkadaşlarına karşı büyük bir suç işlemiş gibi hissediyorsun. Sizi tanıştırayım diyor Jin. Hepsinin ismini teker teker söylüyor sana. Hafızanın ve kalbinin dibine çökmüş, orada tortulaşmış, eskimiş onlarca insanı düşünüyorsun. Bu dalgınlığından, onun, senin ismini telaffuz etmesiyle sıyrılıyorsun. Bu esnada herkes sana gülümsüyor yine. Jin, senin sallanan dizini incecik diziyle durduruyor. Gülümsemeni istiyor belli ki.
Sonra Jin’in yüzüne bakıyorsun kısacık bir an. Başla, der gibi bakıyor sana. Yalvarır gibi. Sen şarkıya bir türlü giremeyen acemi şarkıcı, o ise her defasında tellere vuran sabırlı ama beklenti dolu bir gitarist. Onun sende gördüğü her şeyi diğer herkesin de görmesini istiyor; sözlerinin herkesçe bilinmesini, içinin bütün insanlar tarafından görülmesini. Bunu boynunun borcu bellemiş. Ama sen ise kırk kilitli bir sandık gibisin. Anahtarlarının her biri zehirli bir yılanın yuvasında saklanmış. Kabuğunun altına özenle saklanmış bir kaplumbağanın güvenli korkusu var sende. Jin ise korkulacak bir şey yok, der gibi bakıyor yüzüne. Çocuğunu ilk defa denize götüren anne tedirginliği var onda. Onun bu tedirginliğini fark edince bütün kapılarını tek tek açıyorsun. Bütün gizli ve mahrem odalarını… Bunda sınır tanımıyorsun; çünkü bir ayarın yok senin. Seni üşütecek, sonradan titretecek o suya ilk adımını atıyorsun. Hayata, ölüme, aşka, zamana dair konuşuyorsun durmadan. En ufak karşılıkta yeni bir soru devşirip cümlelerinle dal budak salıyorsun masanın çevresine doğru. Hatta sesin bazen diğer masaların sert çitlerine çarpıp kendi sınırlarına doğru geliyor yine. Sonra sevdiğin şarkılardan, şiirlerden, yazarlardan, günün hangi saatlerinde kendini daha mutlu hissettiğine varana dek… İçinde birikmiş suların kapaklarını açıyorsun daha da. Yatağında bulunan her şeyi, önüne katıp akıyorsun coşkuyla. Ama o coşkun, konuştukça yıkıcı bir hal almaya başlıyor. Çünkü muhataplarının varlığını unutmaya başlıyorsun. Bu yüzden giderek bulanık ve anlaşılmaz bir hal alıyorsun. Bütün sesler tek bir yerde birleşiyor; uğultu. Bütün sözcükler aynı anlama geliyor artık; karmaşa. Ve bütün renkler, beyazın boşluğunda yok olup gidiyor.
Hamurun ve yanmış yağın kokusunu alıyorsun yeniden. İlk merakını dindiren masadakiler artık seni dinleyemiyor. Jin bile. Ama bunda bir kırgınlık hissetmiyorsun. Sandıktan ne çıkacağını biliyorlardı çünkü. Onlar yalnızca açmak istemişlerdi. Dünyadaki bütün dilleri bilsem de bir şey değişmeyecekti; bütün dillerde bunu yaşayacaktım ve iyi ki yalnızca iki dil biliyorum, diye düşünüyorsun. İşte bu düşünce zihninde belirince mahzunlaşıyorsun. Jin’in de yüzüne bir hüzün gelip yerleşiyor. Onun yüzünün bu hüzünlü duruşa bu denli alışık oluşuna hayret ediyorsun. Yüzünün en doğal şekli buymuş gibi geliyor sana. Onun yüzüne bakınca uzun uzun, burada senden daha yabancı olan birini görüyorsun. Bir yabancılık başka bir yabancılığın sınırlarına varınca kaybolmak denir buna, iki kişilik kayıplık. İki gurbet. Anlamını yitiren milyonlarca sözcüğün birbirine çarpanken ki yankısı ve uğultusu… Kalkmak istiyorsun artık. Çünkü hamur ve yanmış yağ kokusu senin burnunun dibinde kamp kurmuş.
Elin ense köküne gidiyor. Başında şiddetli bir ağrı başlıyor. Etrafına dikkatli bir şekilde bakıyorsun. Havada asılı kalan sigara dumanına, o kızgın yağın dumanının da karıştığını görüyorsun. Gözlerin yanmaya başlıyor. Kapının altından sızıp masaların altında sinsi sinsi dolanan soğuk hava, ayaklarından yukarı doğru tırmanmaya başlıyor. Anlaşılmaz sesler bir fırtınayı haber verir gibi gelip kulağının dibinde esiyor, uzak yollardan gelecek olan yıkımın elçisi gibi.
İşte uyandın.
Bir mekânı her hâliyle fark etmeye başladığında, oradaki rüyanın bittiğini en iyi bilenlerdensin. Ruhun orayı çoktan terk etmiş, bedenin orada yalnız kalmıştır.
Kalkıp gitmenin yollarını arıyorsun yeniden. Jin, bu sefer de aceleciliğiyle el uzatıyor sana. Hemen ayağa kalkıp senin gideceğini söylüyor. Bu yüzden kimse ısrar etmiyor kalman için. Ama Jin seninle beraber kalkıyor. O hamur ve yanmış yağ kokusu arasından aceleyle yürüyorsun. Dışarı çıktığınızda gökyüzüne bakıyorsun, orada bir şahit gibi duruyor Ay, yeryüzünde yaşanan bütün güzel anları kaydeden süslü bir göz gibi. Hafif esen rüzgâr Jin’i üşütüyor, bunu fark eder etmez onun dirseğine dokunup “Ay”ı gösteriyorsun ona. “Ay”a bakarken üşümesinin geçtiğini anlıyorsun hemen. Dönüp senin yüzüne bakıyor. Yaşlı bir gezegenin son canlıları gibi duruyorsunuz. Bundan olsa gerek, Jin’den sana doğru akan sevgiyi ve sıcaklığı iliklerine kadar hissediyorsun. Elini tutup yüreğinin tıkırtısını onun avuçlarına bırakmak istiyorsun. Kimse için yalnızlığından bu denli ödün vermediğin geliyor aklına. Jin ise böyle anlarda sana milyonlarca yıl uzakta olduğunu hatırlatır her seferinde. İşte böyle anları hep sorular bozar. Bir sivrisinek vızıltısı gibi belirir kulağının dibinde. Sonra içinde akıp durduğun o güzelim düşü bozar.
“Neden kalmak istemedin?” diye soruyor sana. Bu soruyu zaten bekliyordun. Ama tuhaftır ki buna bir cevap arama gereği bile duymadın. Susuyorsun. Kafanda buna dair tek bir hareketlilik bile yok.
“Peki.” deyip elini uzatıyor sana. Eli elindeyken “Ay”ı gösteriyorsun yeniden. Sorunun cevabı aranızdaymış gibi bir sana bir de “Ay”a bakıyor. Elini hafifçe sıkıp oradan ayrılıyorsun. Yürürken onun elinden sana akan sıcaklığın, bileklerinden kalbine doğru tırmanmaya başladığını, orada kanına karışıp bütün bedenine yayıldığını hissederek uzaklaşıyorsun. İçerideyken dağılmıştı için. Uzun bir süre dağınık bir odayı toplar gibi deriyorsun içini. Ayakların iyice yorulana kadar yürüyorsun dar sokaklarda. Oradan aşağı inip tophanenin üzerinde sessizce duran “Ay”a bakınca elin telefonuna gidiyor. Telefonu çıkarıp “Ay”a doğru tutuyorsun. “Ay”ın fotoğrafını Jin’e gönderip altına şu cümleyi yazıyorsun:
“Gurbet, başkalarıdır. Kendime dönüyorum.”
Zafer ÇARBOĞA
Müstəqil.az