ADANA’DAN KALBIMIZDE IZ BIRAKAN HATIRALAR – Cahit Günay (TÜRKİYƏ)…

ADANA’DAN KALBIMIZDE IZ BIRAKAN HATIRALAR  – Cahit Günay (TÜRKİYƏ)…

 

 

Çukurova Edebiyatçılar Derneği (ÇED), Halise Tekbaş Başkanlığında organize ettiği Uluslararası Çukurova Türk Dünyası Şiir ve Müzik Festivaline ev sahipliği yaptı. Üç gün süren organizeye 10 ülkeden şair, yazar ve edebiyatçı katıldı.

 

 

Kendime Notlar 1

Son zamanlarda ki işlerimin yoğunluğu ve bir takım özel sebeplerimden dolayı Çukurova Edebiyatçılar derneğinin bu yıl  6.sının düzenlendiği Adana’da “Türk dünyası Şiir ve müzik festivali” programa katılıp katılmamam konusunda ki gel-gitlerim, yüreğimi bir hayli yorsa da, dostlarıma önceden vermiş olduğum vuslat sözü için kurduğum kum saatinin boş tarafı doldukça…

 

“Haydi Abbas, vakit tamam;

Akşam diyordun işte oldu akşam” dizeleri çoktan dilimde dolanmaya başlamıştı bile. Bu aralar karanlıkta gözlerimin, karşıdan gelen araç ışıklarından rahatsız olduğunu bilmiş olmama rağmen, zamandan tasarruf etmek için, bütün yolculuklarımı yine de geceleri yapmaya özen gösteriyorum.  İşte tam da o yolculuklarımdan biri daha başlamak üzereyken,  Elazığ semalarında ki gök gürültüsünden korkup,  kaçan yağmur damlaları  “bende buradayım” der gibi arabanın camını dövmeye başladı… Belki de gökyüzü arkamızdan “su gibi git, gel” demek istiyor diye düşünüp, sabah ezanını Adana semalarında dinlemeyi hedef koyup, kendim bana misafir çıkı verdik yollara.

Bu gece, kendime büyük işler düşüyor. Birkaç gündür, Elazığ’a dönüşte işlerimin etkilenmemesi için yaptığım yoğun çalışmanın verdiği yorgunluk ve uykusuzluk yolculuğumu provoke etmemesi için kendim beni konuşturacak şoför koltuğunda uyutmayacaktı. Aslında onun bir tek görevi de bu idi ama yolculuk sırasında Allah var her işe müdahil oldu…

Önce bana “nasıl olsa dost ziyaretine gidiyoruz, çokta önemli değil lakin bize söz verilirse ne okuyalım” diye başladı gevezeliği…

Sonra, kendi sorduğu soruya da cevabı yine kendisi sıraladı arka arkaya; ortam Karabağ’ı, Karabağ’ın savaş öncesi ve sonrası şehirlerinde yaşanılanlara dikkat çekecek gibi ise;

“Geleceğiz diyorduk işte şimdi burdayız

Sanmayın bıçak sırtı sanmayın ki surdayız

Turan için bu sefer kutsal olan turdayız

En güzel türküsünü bize söylerken silah

Karabağ’da gül açsın yeni güne bismillah

 

Zengilan’lım Ağdam’lım biliyorum özledin

Aldığın nefes gibi adım adım izledin

Çıktın gönül köşküme yıllar yılı gözledin

En güzel türküsünü bize söylerken silah

Karabağ’lı mey içsin yeni güne bismillah”  diye

“Karabağ’da Karabağlı”

Yok ortam, bizim Türkiye’den Karabağ’a giden askerler ile ilgili bir hâle dönerse;

 

“Yaradan’a pay ettik, biz kınalı canları

Vatan kokar onların derileri kanları

Resul koymuş ismini çok yücedir şanları

Size şimdi geleni Turana muştu sayın

Görün yıldız aşkını, kıbleye doğan ayın

 

Caddelerin süsleri gelinliğe şal olsun

Al beyazın yanında mavi yeşil al olsun

Kol kanat gersin kurtlar orda size dal olsun

Yerin üstü kardeşi, yerin altında fayın

Görün yıldız aşkını kıbleye doğan ayın” diye “aşk” şiirini

Yok eğer sahneye çıkan şair dostlar, Türk’ün Başbuğu ile ilgili şiir okumamışlar ise sende

 

“Câmi ne güzel durur bayrakla karşı karşı

Titretirken semâyı Türk’ün özgürlük marşı

Minareler yelkinir şefkâtle okşar arşı

Dizgin vuramam artık gözümden akan yaşa

Sana şükranlar olsun Gazi Mustafa paşa

 

Nazlı nazlı tüterken evlerde yanan ocak

Vuslatına GÜN- AYdı şenlendi köşe bucak

Karanfil, şehit kanı, toprak, ebedî kucak

Yazacağız adını; dağa, ovaya, taşa

Sana şükranlar olsun Gazi Mustafa paşa”

 

Şiirini oku diye bana önerileri yaparken birden telefon çalmaya başladı. Telefonun diğer ucunda Orta Asya Yazarlar ve Tarihçiler sözcüsü Joldaşbek Monoldorov, anlatabildiği kadar ki Türkçesi ile

-Abi! abi! Biz Ankara’ya geldik Ilgar Bey’e söyle de beni arasın; diye konuşuyordu. Ilgar Bey’le konuşup, bilmediğimiz Ankara sokaklarında Fatma Kadının lokantasının tarifini bir çırpıda yapı verdim, sakın ola halkın adamı Salih Aydoğdu ağabey duymasın, hem de Navagasyon ile yarım saate kalmadan, paralı yola da saptırmadan buluşturduk onları.

Bende, kendimle birlikte çok şükür hedeflediğim gibi, sabah ezannda Adana’ya girmiştim. Elimde Osmaniye’den aldığım gevrek simit ve petrol istasyonunda doldurduğum karton bardakta ki birazda soğuk olan çay ile Sabancı Merkez Camisinin ışıklatılmış minarelerinin suya yansıyan kırılmalarını izleyerek dinlediğim ezan sesi eşliğinde, Şükür deyip kahvaltımı yapıp geçiverdim bizim için önceden ayrılmış olan otele…

Otele geçtikten biraz sonra idi Ayşe Xanlarqizi, “ağabey biz geldik, sen neredesin, sağ salim gelebildin mi?” dediğinde. Bende çoktan otele geldiğimi birazdan giriş kaydımı yaptırıp, onların kaldığı otele geleceğimi söyleyerek kapattım telefonu ve işlerim bitip misafirlerimizin kaldığı otele geçtiğimde bütün gurupların yorgun-argın ama bir o kadarda özlemle önceden tanışmış oldukları dostları ile kucaklaştıklarını görüp mutlu oluyordum. Hatta önceden belirlenmiş olan programda ki aksaklık nedeniyle serbest zamanın uzaması çokta hoşuma gitti…

Ama o zaman bile yetmedi özlemlerimizin ev sahipliğine, nihayetinde ellerimizde Türk bayrakları ile yüce Başbuğun huzuruna çıkıp aile fotoğrafı çektirdik… Ben anıt programından hemen sonra guruptan ayrılarak akşam ki şiir dinletisinin yapılacağı saate kadar olan zamanı, ( malûm ben yarı Adanalı sayılırım) başka bir programa katılarak geçirdim.

 

 

Nihayet akşam ki program,

Yaşar Kemal Kültür Salonunda başladı, herkes çok uzak yollardan gelmiş ve yorgun olmasına rağmen, öylesine güzel akıcı bir program oluyordu ki kimse programı provoke etmiyor etmeye çalışanlara da Hulusi Kentmen kılıklı sunucumuz Salih Aydoğdu bıyık altına sakladığı mimikleri ile şairlerin tekrardan programa odaklanmasını sağlıyordu.

Artık zaman birinci günü bitirmeye hazırlanırken, ismim şiir okumam için sahneye davet edildi, önceden seçmiş olduğum şiirlerimin bu saatte okunulmasının uygun olmayacağını düşündüğüm için bir anda ne okumalıyım ki diye kendi kendime konuşurken yine sahnede imdadıma can yoldaşım Stare yetişerek “bende burdayım, bende burdayım” diye kendini hatırlatıyordu…

Bende ona;

Ah Stare!

Rüzgâr nasıl dağıtır saçlarını,

Gözlerin nasıl büyür gözlerimde

Dudakların diyorum Stare, dudakların.

Bırak limanı olmasın

Yüzüne süzülen yaşların

Isıtmasınlar, yolcu satıcıları çayları

Küf kokan bardaklarında

Ellerinin yeter martıları beslediği,

Yeter kurumuş simitleri

Avucunda ovduğun Stare.

Kıskanıyorum anlamıyor musun?

Seninleyken martıları!

 

Stare, Deniz kokluyor saçlarını

Al beyaza dönüyor umutlarım

Güneş tenini okşarken bedeninde

Rıhtım seni izliyor Stare

Kapatma gözlerini, üşüyorum”

Diye biten dizelerini okuyup bir kez daha Stare’nin yüreğinden öperek ayrıldım sahnede

 

Gerçi benden hemen önce sahneye çıkan, festivalin Almanya’dan gelen misafiri TV yapım programcısı Gazeteci Şair yazar UID – Union of International Democrats Genel Merkez Halkla İlişkiler Başkan Yardımcısı

Akseshaber imtiyaz sahibi Genel Yayın Yönetmeni AksesDer Medya Kültür ve Sanat Derneği Bşk Ebru Elmaskeser Hanımın “Dost dostun zaten acılı gününde yanında olur dost için mesele onun (dostu) başarısını alkışlayabilmesidir” Dedikten sonra…

“Gel Ey Yâr” isimli şiirimi okuması, benim için ayrı bir sürpriz ve mutluluk olmuştu…

 

 

Otele geldiğimiz de sanki ayaklarım gövdemi taşıyamaz olmuştu ama lobide dostların öylesine güzel bir sazlı sözlü eğlencesi vardı ki katılmamak olmazdı. Birazda dostlar ile orda takılıp, odama geçecektim ki Gaziantep den gelen can ağabeyim Abdülhadi Bay ve Alaattin Ceylan Gaziantep’e dönmeleri gerektiğini söyleyip bir birlerimize kitaplarımızı da imzalayıp ayrıldılar otelden. Kıymetli dostlarımızı Gaziantep’e yolcu ettikten sonra bende, çıkıp odama biraz bizim ihtiyarı (Sıtkı Demir) kızdırıp uyurum dedim ama ihtiyar hâlâ ortalarda yoktu… Yattım uyudum ama nasıl yorulmuşsak, birde baktım sabah olmuş…

Sabah duş alıp kahvaltıya indiğimde, kahvaltımı Ebru Elmaskeser ve Ünal Çınar  ile birlikte yapıp Türk dünyası ve Türk edebiyatı üzerine çok verimli sohbetler eyledik… Ebru hanıma akşamki okuduğu şiirim içinde teşekkür ettikten sonra lobiye indiğimizde Yakup beyin her festivalde olduğu gibi,

“Hadi otobüsler geldi”

“Hadi otobüsler geldi” sözleri ile birlikte bindik otobüslere. Ben yine arka beşlinin bir koltuk önünde Hikmet Canbolat, Emine Top, Ebru Elmaskeser, Hamdi Balık, Zafer Direniş ile birlikte başladı koltuklara yerleşirken. Gönül yaşı hepimizden küçük olan Sivas’ın Sucuzade eşrafından halkın adamı Salih Aydoğdu ayaka herkese su servisi yaptıktan hemen sonra baktık ön taraflarda ki sularda yüzen balığıda omuzuna atıp getirmiş yanımıza ve o anlardan sonra hiç bitmesini istemediğimiz yolculuğumuz başlamış oldu…

 

 

 

Bir buçuk saat sonra idi, biraz gecikmeli de olsa Çukurova’nın şirin ilçelerinden biri olan Karaisalı’ya gelmiş olduk, her şey çok güzeldi karşılanma ağırlanma ama ne yalan söyleyeyim Sadettin başkanın olmayışı onunla özlem gideremeyişimiz beni biraz üzdü… Çünkü benim için Karaisalı demek Sadettin Aslan demekti… Rabbim seni, yiğit Karaisalılara hizmetten hiç emekli etmesin goca Reis.

Sonra binip otobüslere kültür gezisi maksadı ile Varda Köprüsüne giderken, bizim ihtiyar Sıtkı Demir Varda Köprüsü ile ilgili, kendi araştırma bilgilerini anlatıyor Varda isminin nerden geldiğini bütün misafirlere izah ediyordu. Bu hikâyeyi ne yalan söyleyeyim ilk defa duymuştum. Bundan önce bir köprü inşaatını yapan Alman mühendislerden birinin eşinin ismi Varda olduğu için, bu köprüde ismini ondan almış diye biliyordum…

Nihayet Varda Köprüsünün yakınlarına geldiğimizde “Bir zamanlar Çukurova” dizisinin çekildiği mekanda Karaisalı Belediyesi’nin misafirleri olarak oturup çay ve kahveler içtik…

Nihayet tekrardan programın yapılacağı mekana geçerken, yine kıymetli dostlarım Sadi Atay, Zeyit Serin, Orhan Atay ve piyanist Şantör Engin’in Karapınar parkında hazırladığı güzel bir sürpriz ile  biraz oynayarak fazlada gecikmeden programın yapılacağı mekana ulaşıverdik… Bugün ki programda en az bir gün önce ki program kadar güzel geçiyor şair ve sanatçı arkadaşlar eserleri ile sahne alıyorlardı…

Karaisalı programında ki Ilgar Türkoğlu ve Ebru Elmaskeser başkanların sürpriz plaketleri, beni çok duygulandırdı çünkü bu yıl kazandığımız hiçbir ödülü, salgın hastalık Korona nedeni ile, sahnede almamıştım.  Evet o fırsatı iki yıl sonra ilk kez bugün elime geçmişti çünkü artık karınca misali bile olsa herkesin dikkatini Uygur Türklerinin üzerine çekmek istiyordum.

Uygur Türkleri için çok şey söyleyebilirdim ama kimsenin vaktini çalmak istemediğimden sadece bu plaketi Uygur Türkleri için alıyorum deyip ayrıldım sahneden…

Oysa Şanlıurfalı İsot

Gaziantepli Tatlı,

Kahramanmaraşlı dondurma yemeden de yaşayabilir, lakin herhangi bir yerde yaşayan ve Türk kanı taşıyan herhangi bir şahıs Uygur Türklerine kayıtsız kalamaz. Doğu Türkistan davasına kör bakamazdı ve ancak köpekler yediği ekmeği, uzatanla, ekmeğin gerçek sahibini karıştırır; diye mırıldandım sadece…

Sonrada sahnenin gerçek sahipleri, bir birinden güzel eserlerini okuyup ayrıldılar sahneden ve hep birlikte yine dönüş zamanı idi…

Geldiğimiz otobüs ve geldiğimiz kadro ile geldiğimiz koltuklarda, Hamdi Balık, Salih ve halkın sanatçısı Rabia Ece Aydoğdu ablanın en güzel türkülerini dinleye dinleye geldik otellere.

Bu gece dünden çok farklıydı, biraz daha dinç, biraz daha heyecanlı ve arzulu idim.

Her festivalde olduğu gibi bu festivalde de misafirlerimizin bazıları ile Adana gecelerini yaşamalı onlar ile güzel yerlere gidip yeni anılar biriktirelim diye düşündüğüm için, misafirlerimizin kaldığı otele geçtim. Onlarla sohbet edip bir şeyler içsek de dünyalar güzeli Aysel’imize Galiba nazar değmişti onun için canımız dışarıya çıkıp, gezmek istemedi ve döndüm kalacağım otele. Otelinin lobisinde biraz oturup, sonrada uyumak için çekildim odaya…

Yine sabah olmuş, yine bir kültür gezisine gidecektik. Bu defa sırada Kozan vardı.

Kozan;

“T.C. KOZAN KAYMAKAMLIĞI nın hazırlayıp Kozan Halk kütüphanesinin hizmetine sunulan kaynakta Kozan İlçesi için,

“Kozan ve havalisi, tarihin her döneminde önemini korumuş bir yerdir. Eski çağlardan beri ,bir çok milletin nüfuz mücadelesine sahne olan Kozan ve çevresi, verimli arazileri ve elverişli iklim şartları ile gerçekten göz kamaştırıcı bir özelliğe sahiptir. Tarih çağlarında Çukurova’da ve dolayısıyla Kozan’da çok sayıda medeniyetin kurulması ve birbiri arasındaki nüfuz mücadelesinin uzun yıllar sürmesi, buranın tarihi .,coğrafi ve iktisadi önemini ortaya koymaktadır. Kozan ilçesi Anadolu –Suriye eski ticaret yolunun üzerinde bulunduğu için ticari bakımdan büyük bir önem taşımıştır. Kozan ve yakın çevresinin sahip olduğu bütün bu olumlu şartlar, ilk çağlardan itibaren, çeşitli kavimlerin yöreye hâkim olma ve yerleşme arzularını kamçılamış, devletlerarası siyasi anlaşmazlık ve savaşlara yol açmış, yörenin birçok kavim arasında el değiştirmesiyle sonuçlanmıştır. İlçenin yerleşme tarihinin bilhassa ilk çağlar için, Çukurova’nın yerleşme tarihinden ayırmak mümkün değildir. Bu açıdan Kozan’ın yerleşme tarihini Çukurova’nın yerleşme tarihi içinde değerlendirmek gerekmektedir. Eski ismi “Sis” ,”Sisium” ve “Sision” olan Kozan’da yerleşme çık eskilere kadar iner. Yapılan çeşitli arkeolojik kazılara göre en az 10 medeniyetin yörede yaşamış olduğu ortaya çıkmaktadır. M.Ö 3.binyılda Güney Anadolu sahil ovalarında, Hitit vesikalarının onlara verdikleri isim ile Luvi(Luwi) kavimleri yaşamaktaydılar. Ayrıca Mersin –Yümüktepe ve Tarsus –Gözlükule kazılarında görülen M.Ö 3.binyıl Erken Tunç kültürü, bu Luvi kavimlerine ait idi. Luwi kavmi, Ege göçlerinden sonra da Kilikya bölgesinde varlığını devam ettirmiştir. Luvilerin kökeni ile ilgili çok sayıda görüş bulunmaktadır. Çukurova’da Luwilerden sonra Huriler tarafından Kizzuwatna adında bir krallık kurulmuştur. Bu durum karşısında Hitit Kralı Zidanza bunlarla barış yapmak zorunda kalmıştır. İki devletin sınırlarını muhtemelen Toros Dağları ayırıyordu.(M.Ö 1550-1520)

M.Ö 2 Binyılın ortalarında Hititlere bağlı bir krallık olarak yıkılıncaya kadar bu bölgede yaşayan Kizzuwatna krallığı uzun ömürlü olmamıştır. Kizzuwatna Krallığından sonra M.Ö 1500-1331 yılları arasında yöreye Arzawa Krallığı egemen olmuştur. Bu krallık doğu kökenli olup sürekli Hititler ile savaşmışlardır. M.Ö 1900-1200 yılları arasında 700 yıl gibi uzun bir süre Anadolu yarımadasına hâkim olan Hititler, Çukurovayı “Uru Adania “ olarak adlandırmışlardır. Uzun süren Hitit hâkimiyeti sırasında tarım ve hayvancılık yörede çok gelişmiştir. Kadirli Karatepe’de bulunan ve M.Ö IX-VIII. yüzyıllara tarihlenen Fenike alfabesi ve geç Hitit hiyeroğlifleri ile iki dilde yazılmış kitabelerde, Awarikus’un da Danunalar Kralı olduğu geçmektedir. Hititler’in Ege göçleri ile yıkılmasından sonra(M.Ö 1200’lü yıllar) yöreye Kue(Que) krallığı egemen olmuştur. Hitit İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra kurulmuş olan bir çok küçük devletten birisi olan bir çok küçük devletten birisi olan Kue Krallığı ,477 yıl süreyle Çukurova’da hüküm sürmüştür. Bu krallık. M.Ö 720 lerde Asurlular tarafından yıkılmıştır. Que’yi bir Asur eyaleti haline getiren ise,Asur kralıV. Salmanasar’dır. (M.Ö 728-722)

M.Ö 713-663 yılları arasında bölgeye hâkim olan Asurlular, Çukurova’yı bir sömürge olarak kullanmışlardır. Sert bir idare kuran Asurlular,50-60 yıl gibi kısa bir süre varlıklarını koruyabilmişlerdir. Bölgenin Asur vesikalarındaki adı Kue ülkesidir. Asur devletinin zayıflaması ve yöre halkının bağımsızlığını ilan etmesi ile kurulan Kilikya Krallığı (M.Ö.663-612) Adana’ya hâkim olmuştur. Asurlular gibi uzun ömürlü olmayan Kilikya Krallığı M.Ö 612’li yıllarda Pers İmparatorluğunun egemenliğini kabul etmiştir. Kilikyalılar sağladıkları siyası güvence karşısında her yıl Pers İmparatorluğuna belli oranda vergi vermişlerdir. Çukurova’da Pers İmparatorluğu’nun hâkimiyeti 300 yıla yakın sürmüştür. M.Ö 333 yılında tarihte ünlü olan “İssos Savaşı” ile III.Darius. Büyük İskender’e yenilmiştir. Bölgede başlayan Makedonya egemenliği kısa süreli olmuştur. Büyük İskender’in M.Ö 323 yılında ölümü üzerine İmparatorluk İskender’in komutanları arasında paylaşılmıştır. Çukurova ve çevresi komutan Selefkos’un peşine düşmüştür. Selefkoslar,bu bölgeye dolayısıyla da Kozan’a belli bir süre hakim olmuşlardır.(Bölge ilk etapta Antigonos’un peşine düşmüştü.)Daha sonra ise Roma Devlet otoritesinin zaafından faydalanan Akdeniz korsanları, Çukurova’nın (Cilicia) kıyı kesimlerindeki yerleşim merkezlerini tahkim ederek yöreye yüzeli yıl kadar hakim oldular. Selefkos’lardan sonra bölgeye Roma İmparatorluğu (M.Ö 112-M.S 395) hâkim olmuştur. M.Ö 66-64 yıllarında Pompe(Pompeus)tarafından Roma İmparatorluğu’na ilhak edilmiştir.407 yıl süren Roma egemenliği sırasında Çukurova, İmar edilmiş ve anıtlarla süslenmiştir. Roma İmparatorluğu’nun M.S 395 ‘te ikiye ayrılması ile Adana ve Çevresi Doğu Roma’nın (Bizans) payına düşmüştür. M.S 704’te Çukurova’ya ilk İslam akınları başlamıştır.Bölgeye ilk gelen İslam komutanı Halid bin Velid’dir.704’te Halife Abdülmedik oğlu Abdullah,Misis yöresindeki kaleyi alıp ilk camiyi yaptırmıştır. Böylece bölgede Emevi devri başlamıştır. M.S 8.yy ‘daki Emevi egemenliği sona ermiş ve sonra Abbasi hakimiyeti başlamıştır.800 yılında Harun El-Reşit zamanında Haruniye şehri kurulmuş ve buraya gönüllüler yerleştirilmiştir.1071 Malazgirt zaferi ile Anadolu topraklarında başarı kazanan Türkler dalgalar halinde Çukurova bölgesine yerleşmeye başlamışlardır”.

Adana’nın her karısı tarih kokan beldesinin misafiri idik  önce çok güzel bir karşılama ile Kozanlı buram buram Türk kokan misafirlerini bağrına basıp Arif Nihat Asya’nın” Bayrak”  şiirinin yazıldığı Arif Nihat Asya Parkı,  ardından Türk büyükleri parkını ziyaretten sonrada, muhteşem Kozan manzaralı kalesini belli ki Kazım Özgan başkanın kırk yıl hatırı olsun diye hazırlatmış olduğu kahveler eşliğinde izledik ve her gelen misafirlerle özel olarak ilgilenip tokalaşan başkan Kazım Özgan bizleri ziyadesiyle mutlu etti…

Kahveden hemen sonra Cömert Çukurova’lıyla sofrasını paylaştık ve başkanın suratında bizleri ağırlamanın öylesine güzel mutluluğu vardı ki dünyanın en güzel yemeklerinin sergilendiği yemekleri yiyip ayrıldık. Sahne alınacak mekâna ve her şey burada da çok güzel geçti ve bence festivalin yıldızı kozanda okuduğu şiirle devleşen Necibe Ilkin’di sanki bir şiir yorumcusu gibi değil bir drama sanatçısı gibi idi ve beni ilk kez sahnede bir şair, şiir okurken ağlattı… Sen beni ağlattın, Tanrı seni güldürsün Necibe sultan ve Sultan’ın bu duygusal tek kişilik sahnesinden hemen sonra müthiş enerjisi ile iki gündür festivalin sunuculuğunu yapan Hamiye Dimoğlu Çınar hanımefendi, bu atmosferden etkilenmiş olmalı ki izleyecilerden aldığı müsade ile bir şiir okudu ki kusura bakma Ünal Çınar ağabey, bilirsin senin şiir okumana hayranım ama sen artık benim gözümde sizin evde yengeden sonra yeni birini dinleyene kadar ilk ikidesin demek geldi içimden…

program bitmek üzereyken sahneye Turan onur madalyası için davet edilen Sahib Camal Memmed ağabey madalyasını benim takmamı istemesi tabi ki ayrı bir onur oldu. Ne mutlu ki bu asil milletin evladıyım.

Ve sahne…

Enver Paşa’nın kardeşi, Nuri Paşa’nın komutasında ki Kafkas İslam Ordusu için Yazdığı bu şiiri de örnek gösterilerek 1937 yılında Türkçülük yaptığı gerekçesi ile kurşuna dizilen Ahmet Cevad’ın

Çırpınırdın Karadeniz

Bakıp Türk’ün bayrağına

Ah ölmeden bir görseydim

Düşebilsem toprağına

 

Sırmalar sarsam koluna

İnciler dizsem yoluna

Fırtınalar dursun yana

Yol ver Türk’ün bayrağına

 

Kafkaslardan aşacağız

Türklüğe şan katacağız

Türk’ün şanlı bayrağını

Turan ele asacağız

Azerbaycan bayrağını

Karabağ’da asacağız

 

 

Şiiri ile kapanıyor iken, benim için tanıdığım ilk günden beri, duruşu bakışı yaşayışı oturuşu kalkışı ile tam bir zarafet timsali, bir Cumhuriyet kadını, bir Türk kızı örneği olan Refiqe Abbasova  hanım hem ağlıyor hem de gururla Türk bayrağını sallayıp, marşa eşlik ediyordu. “Hocam” dedim göz göze geldik aslında “ağlama” diyecektim ki birde baktım, benim gözlerimde sevinçten nemlenmişti. Refiqe hoca “abi akşam bizim otele gelecek misiniz?  Size Bakü’den hediye getirmiştim onu vereyim” Dedi…

Ve sonra hep birlikte akşam yemeği için geçtiğimiz mekânda, yine başkan Bey herkesi ayakta karşılayıp ellerini sıktı. Bir yemek ancak bu kadar güzel olurdu, çünkü ben yemeğin, sofrasının ev sahibinin cemali olduğuna inanırım… teşekkürler başkanım …

Yemekten hemen sonra elimizde cam sakızı, çoban armağanı lavanta kokulu hediyeler ile ayrıldık Kozan ve Kozanlı’ya şükran duyarak….

Herkes kendi arabalarına binmiş, herkes kendi koltuğuna oturmuştu.  Oysa ben her etkinlikte ayrı koltukta, ayrı bir misafirimiz ile tanışır, onlarla ilgilide yazılar yazarı, hatta geçen festivalde ki yolculuk notlarımda 300 sayfalık “Üç Günde Devri Âlem” ismiyle kitap olmayı bekleyen yazılarım arasında…

Ama böylede çok güzeldi…

Tekrardan dönüş yolculuğumuz başladı. Herkes aynı yerinde Hikmet Canbolat, Emine Top, Ebru Elmaskeser, Hamdi Balık, Zafer Direniş, Elmeddin Hebiboglu, Mais Kamiloğlu, Salih ve Rabia Ece Aydoğdu kadro tamam, ama bu defa bütün çabalara rağmen, bir gün önceki alkışları az bulan, Hamdi Balık kardeşim sahne almamaya direniyor tabi halkın adamı Salih Aydoğdu ağabey Hamdi beyi ikna için son kozunu kullanıp, evde çaldığı tahta kaşıkların sapını kırıp sahne alsa da ancak Hollanda’dan gelen Zafer Direniş ağabeyi gaza getirebiliyor oda dövizde ki dalgalanmayı fırsat bilip Salih ağabeyi dalga dalga bahşişe boğuyordu.

Bir ara Rabia ablaya, “Salih ağabey ne güzel kaşık oynuyor” (çalıyor) değince kadın nede dertli dertli bir ah çekip “ah Cahit gardaşım ah, aha bu bizim herif evde tas, tabak, tepsi, mepsi ne bulursa etkinliklere götürüyor ve tef mef niyetine çalıyor” deyince öylesine güldüm ki bizim oraların deyimi ile dinim dalağım gitsin, gülmekten garnımın eti yırtıla yazdı.

Ve türkülerin sultanı Rabia Ece Aydoğdu abla tekrar başladı

“İşte gidiyorum çeşmi siyahım

Önümüzde dağlar sıralansa da

Sermayem derdimdir servetim ahım

Karardıkça bahtım karalansa da

 

Haydi dolaşalım yüce dağlarda

Dost beni bıraktı ah ile zarda

Ötmek istiyorum viran bağlarda

Ayağıma cennet kiralansa (sıralansa) da

 

Bağladım canımı (ömrümü) zülfün teline

Sen beni bıraktın elin diline (gurbet eline)

Güldün Mahzuni’nin garip haline

(Bakmadın Mahzuni’nin berbat haline)

Mervan’ın elinden (elinde) parelense de”

 

 “İşte gidiyorum çeşmi siyahım” derken Mahsuni babanın sırtında Binboğa dağlarından taaa ötelere taşıdı hepimizi bu parçanın tesiri tamda bitmeden ön koltuklarda başlayan

 

“Dün akşam yolda gördüm, seni yıllardan sonra

Bir yabancı gibiydin, dönüp bakmadın bana

Bunu senden ummazdım, çok kırıldım ben sana

Bir fincan kahve olsam kırk yıl hatırım vardı

Ömrümü sana verdim, dönüp baksan ne vardı?

 

Belki görmem bir daha, seni ömrüm boyunca

Üzülüp ağlar mıydın, öldüğümü duyunca?

Eline ne geçerdi, beni kabre koyunca?

Bir fincan kahve olsam kırk yıl hatırım vardı

Ömrümü sana verdim, dönüp baksan ne vardı?”

 

Şarkısını insan ruhunu sarmalayan ritmi, Halide Göksoy nefesi ile bütün otobüsü sarıp, arka koltuklarda halinden pekte memnun olan bizleri de içine çekerek yüreğimizi ısıtmıştı.

Yıllardır kendini türkü ve sanat müziği sevenler sınıfında sayan, ben bu iki güzel ablamı dinledikten sonra, yurdumun sanat ve sanatçı üzerinde ki vicdani adaletinin alnından bir kez daha öptüm.

Ve Kozan yolculuğumuz yüreklerimizde ki sıcaklığı suratlarımıza taşıyarak kafileyi taşıyan otobüste yine bir Yakup Karaca klasiği olan son durak sözü ile bitmiş. Otobüste inen bazı dostlar odalarına çıkıp, yarın için eşyalarını toplayıp bavullarını hazırlarken, benden çok önceden vermiş olduğum “Çukurova Adana kebaptan ibaret değili” hatırlayanlar ile balık, şırdan ve lahmacun sözlerim için misafirlerimizin kaldığı otele geçmiştim.

Otelde ilk karşıma çıkan, inşallah yazılışı bittiğinde Karabağ’ın 44 kızından biri olarak okuyucularımızla buluşturacağımız can ablam, Azerbaycan’da getirmiş olduğu, Şehit İsmail’in kardeşi Lale İsmayil in gönderdiği kalem hediyesinden sonra, yine manevî değeri onun kadar yüksek olan başka bir kalem taktimi ile birlikte Azerbaycan güzeli Xalida Nuray hanımın yanında getirdiği Azerbaycan’da çıkmış olan yazılarımın toplandığı gazete arşivlerini vermesi beni çok mutlu etmişti…

Ali Albayrak  kardeşimin, yaşımla yaşıt klâsik kurmalı kol saati artık kolumda Turana kurulacak, Sıtkı babanın el emeği göz nuru kalemliği masamı, Aysel kardeşimin Xari Bülbül ve Azerbaycan rozetleri yakamı, Rəbiqə Nazimqızı’ın deniz kabuklarından yapılmış ay yıldızı, Elmeddin Hebiboglu  kardeşimin el emeği, Türk çalgıları tablosu ile birlikte duvarımı, Arzu Murad’ın Azerbaycan kalesi, gelen onlarca imzalı kitaptan bazıları olan Necibe Ilkin’in “sizin için özel getirdim” dediği Azerbaycan tarihi şahsiyetlerine ait önemli tarihi kitapları ile birlikte kitaplığımı süsleyecek, ve zamanla 7 Türk devletinin çeşitli yazarları tarafından imzalı olarak taktim edilen bütün kitapları mutlaka okuyacak  muattabına inşallah fikirlerimi yazacağım….

Ya siz can dostlar, ne güzel bir milletin evlatlarısınız! Allah hepinizden razı olsun, Diye iç çeken ruh halimden sonra yurtdışından gelen bazı dostlarla balık yemeye çıktık…

Gece bayağı geç olmuştu inşallah mekanı açıktır diye  bir Çukurovalının gönlüne sığınıp aradım..

Bölgenin en güzel balıkçılarından biri olan kirvem, “Balıkçı Cevat” kirve açık mısın dediğimde “kirve ne zaman ve kaç kişi geleceksiniz” deyip kapattı telefonu

Yarım saat sonra gittiğimizde

Mekânda masalar donatılmış geç olduğu için iş yerinden hizmet için birkaç elaman bırakılıp mekân kapatılmıştı…

Bizi karşılayan şef, abi Cevat ağabeyin selamı var sizinle ben ilgileneceğim deyip yaklaştı yanımıza tabi bizde tezgaha yaklaştığınızda Lala Madatova  hanım baktı balıklara tazemi bunlar diye elini uzatırken ben Azerbaycan güçlü şairlerinden Ayaz Arabacıya dönüp “nasıl olsa intikam soğuk yenilen bir yemekmiş” lütfen Lale hanım “Bakmak var dokunmak yok” diye patlattım günün en güzel esprisini…

Anladın sen onu kıymetli Ayaz Arabacı…

Bu sözle başlayan sıcak muhabbet, baş başa kirvemin mekânda bize çok güzel bir gece geçirtti.

Balıktan sonra diğer sözlerimizi yarına bırakmak üzere gecenin ilerleyen saatlerine kadar çok Yahşi muhabbet edip özlem giderdik. Sonrada Adana’nın loş ışıklar ile bezenmiş güzel bölgelerinden bir tanesi olan sevgi adası etrafını gezip, sabaha yakın bir zamanda herkesi otellerine bırakıp ayrıldık …

 

Programın son gününe uyanmıştık

Artık herkes biriktirmiş olduğu yeni hatıraları ile birlikte bir bir dağılıyorlardı.

Ama son bir program daha vardı öğle yemeğine, Sarıçam belediyesin misafiri olacak ve oradan belediyeyi ziyaret edecektik… Öylede oldu çok sıcak bir ortamda geçen ve benim devamlı her gelen misafirimize, yurtlarına giderken bir bayrak birde, bölgeyi hatırlatacak hediyeler vermenin çokta güç olmayacağı düşüncem, Kozan Belediyesinin Şehri simgeleyen bardak ve lavantasından sonra, Sarıçam Belediyesi’nin de bayrak hediyesi birileri bana beni duyuyor dedirtti…

Belediye ziyaretinden hemen sonra başladı bir hummalı yolculuk ve gidenler kalanlarla sarmaş dolaş kurdukları gönül köprüsünün üzerinde geçiyorlar, birbirlerinin telefonlarını alıyorlar, sosyal medya hesaplarından takipleşiyorlardı.

Türkiye içerisinde gelen dostlarımızı;

 

“Ben vedalara alışık değilim iki gözüm

Aglayamam gidenlerin ardından

Su dökmelerim avutmaz çığlıklarımı

Kan kızıl umutlarım sönerken sessiz”

 

diye başladığım ama bir türlü bitiremediğim şiirimin ilk dörtlüğü ile ugurladıktan sonra, bende yurt dışında gelen dostlarımın yanına geçtim ve yine birkaç arkadaşımızla diğer kalan sözlerimizi yerine getirmek için otelden çıkıp döndükten sonra dostlarımız “Adana, Kebap dan ibaret değilmiş” derken bende “Çukurova’nın insanı başta olmak üzere her şeyi güzeldir” deyip geçtik tekrar misafirlerimizin kaldığı otele ve  saat 23.00 a yakındı kum saati artık tersten dönmeye başladığı için zaman ve mekanlarınızın kısa süreli misafirleri olan dostlarımızla birlikte, belleklerimize birkaç fiyakalı resim bırakıp ayrıldık birbirilerimizden.

Benimde artık yolculuğum başlamalı idi, değil mi ya “yolcu yolunda gerek”

 

Artık demir almak günü gelmişse zamandan

Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;

Sallanmaz o kalkışta ne mendil, ne de bir kol.

 

Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,

Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli,

Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!

Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu.

 

Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;

Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.

Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,

Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.

 

Ne garip bir ruh halidir bu vedalar diye Yahya Kemalden bir şey mırıldanırken, benim cepheden aslında yolculuk başlamıştı bile.  Hatta bir sürü hayaller arasında kendi kendimi

sorguya çekerken, Sıtkı Demir (ihtiyar) ağabeyle hararetli telefon konuşmamız yolumu bile kaybettirip Pazarcığa girmem gerekirken birde baktım Kahramanmaraş’tayım! Sonra kendi kendime “galiba bu Bizim Salih Aydoğdu abi paralı yola girmekten, Bende kaybolmaktan kurtulamayacağım” diye düşünürken birde baktım Elazığ’da evde, demlenmiş Azerbaycan çayı eşliğinde Azerbaycan leçeleri ile kahvaltı yaparken gelen hediye, Plaket ve ödüller o kadar ruhumu okşamış gururlandırmıştı ki ayağım yere basmıyordu. .. Hemen kıskançlık krizine giren içimde ki ben, ne varsa sanki bir dakika bile razı olmaz mutluluğuma, yaklaşıp yanıma kimsenin duymayacağı şekilde

Bak Arif ne diyor diye kulaklarıma;

 

Hataların gurundan kör müsün?

Gözlerinde perde mi var, ağ mı var?

Ne bu tafran, bu çalımın bu süsün?

Yaprağını hiç dökmeyen bağ mı var?

 

Hiç fark etmez, insan, hayvan, ot, çiçek,

Bu dünyaya gelen bir gün göçecek,

Yoksa sana iltimas mı geçecek?

Azrail’le aranızda bağ mı var?

 

Ne ağalar, ne paşalar gelmişler,

Birbiriyle kozlarını bölmüşler,

Neticede yaşayan yok, ölmüşler,

Bu dünyaya kazık diken sağ mı var?

 

Şimdi de bak devran senin, gün senin,

Makam senin, şöhret senin, ün senin,

Ciğerini biliyorum ben senin,

Böyle gitmez. Kapanmayan çağ mı var?

 

Bu kibirle fazla sürmez bu gayda,

Engin ol, pir parça Arif’i duy da,

Koskoca bir dağ olsanız ne fayda,

Üzerinden yol geçmeyen dağ mı var?

 

Sözlerini kulaklarımdan girerek ruhuma bırakverdi, sonra bende yerin göğün sahibine sığınıp…

Başta bu programı hazırlayan ÇED başkanı Halise Tekbaş, Onursal Başkanı Ilgar Türkoğlu, Esat Erbil olmak üzere Zeyit Serin, Sadi Atay, Yakup Karaca, Sıtkı Demir, Savaş Sarıkaya, ile birlikte tüm emeği geçenlerin geçişlerine dua ettim

 

ayrıca;

Kırgızistan TURAN nişanı, Ali şir Nevai  madalyası ve Yangi Ovaz yazarlar Birliği üyeliği için joldaşbek Monoldorov’a Çigiz Aytmatov ödülü ve uluslararası yazarlar birliği üyeliği için Ömür Begalı hanıma,Türkçe konuşan halkların kültürlerine ve gelişimine yapılan hizmet karşılığı olarak gönderilen teşekkür belgesi için

Kırgız Cumhuriyeti kitap odasına Türk Dili konuşan halkların kültür ve manevi zenginliklerine yapmış olduğunuz hizmetler taktire şayandır diye gönderilen mektup için

Kırgız Cumhuriyeti yazarlar Birliğine Türk Dünyası’nın edebi ve kültürel bağlarını kurmanızda, ortak Türk değerlerinin tanıtılmasında, Türk Dünyasının birlik ve eşitliği için yaptığınız çalışmalarda başarılar dileriz!

Diye başlayan başarı plaketi için

Dünya Türki Koordinasyon Merkezi Başkanı

Azerbaycan’lı ILQAR TÜRKOĞLU Bey’e

 

En iyi çıkış yapan şair ve Türk dünyası Onur ödülü için Almanya’da yayın hayatına devam eden Akses haber emekçileri adına gazete imtiyaz sahibi Ebru Elmaskeser  hanımefendi ile birlikte beni hediye, plaket ve ödüle  layık gören tüm dostlarıma şükranlarımı sunuyor,

bir daha ki programa çağırılır mıyız? Veya çağırılsak gelebilir miyiz? Gelsek bugün ki dostlarımızı bulabilir miyiz? Zira “torun özledim seni festivale katılacak mısın” diye arayıp birde şiir dinleten Şair Necati Coşkun ağabeyin,  birkaç gün sonra ebediyete intikal etti haberini almıştık. Ölüm var ve ben ölümlüyüm… Aslında her program dönüşümde ki bu notları yıllar sonra çocuklarım okusun diye yazıyorum ama bu yazıyı okuyan herkesten helallik dilerim. Benim hakkım geçti ise helâl olsun…

Aşkla kalınız efem.

SONUÇ

 

6.sı düzenlenen festival vasıtası ile bu yıl Yüreğime aşkla ektiğim ve sevgi ile besleyecegim tohumlar; Rabia Ece Aydoğdu, Salih Aydoğdu ,Hamdi Balık, Ünal Çınar, Hamiye Dimoğlu Çınar, Ebru Elmaskeser, Nevai Metin, Sahib Camal Memmed, Mais Kamiloğlu, Benim anam Elmira Aslanxanlı Turan, gelecekte Türk edebiyatının en güzel şairlerinden biri olacağına inancım tam olan zarafet timsali Nigar Arif, Guli Ruziyeva, Gulzira Hoshimjonovna Sharipova, Dilbar Xaydarova, Fatime EliHuseyn Yıldız, Hikmet Canbolat, Terlan Salehi, Zenfira Kılınç, Hecer Pashayeva, Momunkulov koyçuman, Utkirbek muxamedov, Terane Musayeva, Riyaz Demirci ıgdır fahri hemşerilik beratı sözü veren Yahya Azeroglu, Adil Kaleli, ve sayfasında festival için “Kazak topraklarından gelen tek şair bendim. Etkinliğe çok sayıda şair davet edilmesine rağmen onlar katılamadı. Turan Birliği madalyası aldığımda İçin gurur duyuyorum. Bu tür toplantılar ülkeyi anavatana yaklaştırıyor. Bunu Türk ulusal TV kanalının muhabirleriyle yaptığım bir röportajda söyledim.

Karaisalı bölgesindeyken, yüksek dağların üzerindeki demiryolu ve köprü, doğal mağara birçok kişiyi şaşırttı.

Tasavvuf şiirinin güçlü bir temsilcisi olan Hoca Ahmed Yesevi’nin manevi halefi, büyük Türk şairlerinden Yunus Emre’yi tanıyoruz. İyilik, hayırseverlik, nezaket ve sabır konulu şiirlerine kimse kayıtsız kalmadı. Şair dedi ki: “Peçeni yırtarsan çok günaha girersin ve ihlaslı olursan seni ancak Allah affeder – hiç şüphe yok ki!”

Şairin şiirleri, kalbin sırrını büyük bir anlamla ortaya koymaktadır. Türk şairi Necat Cumali: “Bugün üzgünüm. Yarın farklı olacak ama hayat farklı olacak.” Ziya Gökalp, “Cami bizim türbemiz, çadır kalkanımızdır” dedi. O dönemde yaşayan Ali Abbas Şinar, “Kazakistan” adlı şiirinde şöyle demiştir: “Minareler Göy-Türkizm’e duadır”

 

Bin yıllık özlem, bin yıllık aşk,

Senin toprağına geldim Kazakistan!

Ben yabancı bir ülkede değilim, memleketimdeyim,

Dedem nereden geldi, Kazakistan!

Ali Abbas’ın bana iyi dilekleri,

Kalbim göğsümde sadece sevinçle atıyor.

Ağır sözler hiç gelmiyor dilime,

Türkiye, Kazakistan-birlikte övünüyor! – şair iki ülkenin birliğini ve eşitliğini övüyor. (Akılbek Şayakhmet bu şiirleri Kazakçaya çevirmiştir).

Yurtdışında Gürcistan’da yaşayan Türk şair Osman Ahmedoğlu, “Hazar arkamda, dağlar önümde” dedi. Bozkırlarda dolaşan, atların kulaklarıyla oynayan, sırtlarını dağlara yaslayan, düşmana bakan kahraman savaşçı ataların ruhunu onun deyimiyle hissediyoruz.

Türk halklarının çalgılarının aynı kökene sahip olması güncel konulardan biridir. Al-Farabi, eski müzik aletlerinin sesinin doğadan geldiğini ve suyun akışına, kumun akışına ve rüzgarın yarattığı kamış sesine benzediğini vurgular. Eski Türk folklorunun anıtlarında adı geçen bazı müzik aletleri: sirnai, yetigen, shangopuz, sybizgi, dabal, daulpaz, kern, dutara ve diğerleri. Türk halkları arasında yaygındır. Türk milleti çoktur. Zamanla bu müzik aletlerini kendilerine göre geliştirdiler. Bu müzik aletleri arasında vurmalı çalgılar, üflemeli çalgılar ve vurmalı çalgılar bulunmaktadır. Bu Türk müzik aletlerinden birini etkinliğe katılan Azerbaycanlı tarcı Hüseyin Valiyev’de gördüm.

Doksan sözün özüne gelince, Türk halklarının ortak kökleri, benzer dilleri ve gelenekleri aynı olduğundan, amaç ve çıkarları iç içe olmalıdır.

diyen Prof Dr Akılbek Şayaxmet ….

 

Yaşasın ırkımın Turan sevdası.

Yaşasın Türk milleti

“Ne mutlu Türküm diyene”

Cahit GÜNAY Şair-Yazar & Gönül Elçisi

Share: