Müstəqil.Az -ın Türkiyə təmsilçisi, tanınmış yazar, qazi Cahit Günayın “Qarabağın qızlarının gözündə Qarabağ …” adlı silsilə yazının növbəti hissəsini və müsahibini təqdim edirik:
Bu haftaki sayfamızın konuğu; Azerbaycan’da yayın hayatına devam eden “Türk Dünyası” gazetesinin imtiyaz sahibi, Türk dünyasının seçkin şairlerinin bulunarak onların yazdıkları şiirleri derleyip oluşturdukları, “Turana açılan gönüller” adlı üç ciltlik büyük ansiklopedik kitaba dönüştüren, Turana açılan gönüller oluşumunun başkanı, .”Qoşa ruhlar”, (ikiz ruhlar) adlı filim projesinin sunum ve tanıtım sorumlusu, Aybeniz Qaragile Qafarlı Hanım.
Ev hanımı anne ve Kütüphane müdürü bir babanın beş çocuğu asker, sekiz kardeşten biri olarak Azerbaycan’ın Gedebey şehrinde dünyaya gelen Aybeniz Hanım, Hâlen Azerbaycan’ın Bakü kentinde bir kız çocuğu asker ve üç çocuk annesi, gazetelerde şiir ve makaleler yazarak hayatını devam ettirmektedir.
Geçmiş yıllardaki Karabağ savaşlarının ihtişamlı savaş muhabirlerinden birisi de olan Aybeniz Hanım, hayat felsefesinin “Milletimiz ululardan uludur, Yolu Turan yoludur” sözlerinden şekillendiğini izah eder.
-Sayın Aybeniz Hanım, sizin için Karabağ ne ifade eder, Bir savaş muhabiri olarak bize orda yaşadıklarınızdan anlatmak istediğiniz hatıralarınız var mı?
“Karabağ gönlümün 30 yıllık yarası. Karabağ gönlümün şah damarıdır”
-Cahit Bey! Biliyor musunuz, ben birinci Karabağ savaşlarında çocuklarımı bırakıp asker olmak için müracaat etmiştim. Lakin o dönemin savaş komutanı beni yanına çağırarak ne diyorsunuz Aybeniz hanım, bizim size bu cephede asker olarak savaşmaya değil, cepheden cepheye koşup oralarda gördüklerinizin resmlerini çekip, gazetelerde yazılar yazarak askerlerimizin cephelerde yaşadıklarını ülkemiz ve dünya gündemine taşımanızı isteriz dedikten sonra, benim geçmiş dönemlerdeki öğretmen olma arzum gibi o da sonlanmış oldu ve ben artık cepheden cepheye koşan bir savaş muhabiri olmuştum..
Cahit Bey! Bu iş beni tez zamanda öylesine büyüttü olgunlaştırdı ki…
Her cepheye gidişimde yeni yeni hatıralar biriktiriyor üç gün, üç saat, üç ay önce konuştuğum askerlerin birer birer şehit olduğu haberlerini duydukça da kahroluyordum… Bazen de günlerce dönemediğim cephede, elime mavzer alıp askerlerimizle omuz omuza savaştığım anlarda oluyordu.. Döndüğümde, hemen gazeteye geçiyor, haber yapıyor askerlerin durumlarını ve selamlarını ailelerine iletiyordum. Bazen de bu askerlerimizin aileleri de gazetelere röportajlar yapıyor onların moral durumunu halkımıza aktarıyordum.
Bir gün cephenin birine yeni ulaşmıştım, orada her tarafı kan revan hâlde, yerde yatan yeni vurulmuş bir asker görüp hemen yanına gittim, elini tuttuğumda, gözüme bakıp “ay abla” dedi, “ay abla” içimde öylesine bir ılık sıvı aktığını hissettim ki. Sanki o yarayı ben almıştım, abla dedi, cebinden bir Beyaz Tavşan kuyruğu, birde küçük, kanına bulanmış Kur’an verdi, Kur’an-ı aileme, tavşan kuyruğunu da sevgilime verebilir misin? Bunlar sana emanet dedi… Aldım tamam kardeşim söz dedim, götüreceğim.
Asker çocuk birkaç saat sonra şehit oldu, bende dört ay falan sonra ancak fırsat bulup aldım emanetlerini yanıma, önce ailesinin yanına gittim, onlara kana bulanmış cebinden çıkan Kur’an-ı verdiğimde, annesi ve babasının gözlerinde yaşlar durmuyordu, sarıldık, sarıldık, sarıldık onlar beni kokluyorlar kokladıkça da sanki Mehman’ın kokusunu hissediyorlardı, ortam biraz durulduktan sonra benim bir emanetim daha var diyerek, sevgilisinin evini sordum..
Evin içine derin bir sessizlik çöktü. Anne de baba da yutkunup duruyorlar konuşamıyorlardı. Galiba burada da farklı bir şeyler yaşanmıştır, acaba kıza bir şeyler mi olmuş diye içimden geçirirken, o dedi babası, o… Bize öyle bir acı verdi ki oğlumun şehit haberi geldikten hemen iki ay sonra toy yaptı, bizi bir kez daha öldürdü… Annesi dönüp yüzüme keşke biraz beklese idi kızım dedi… Boş ver emaneti de vermeyi ver, dese de benim içimde fırtına kopmaya başlamıştı bir kere, onu bulup saçını başını yolmak istiyordum. Bana onların evini gösterin dedim, önceleri yok boş ver deseler de, gittim ailelerinin yanına.. Önce kızın annesini bulup onunla konuştum. Yok, falan dese de, kararlı olduğumu anlayınca koca evine gitmemden korktuğu için, tamam dedi. Yarın çağırırım buraya gelir, konuşursunuz.
Ve bir gün sonra kız ile karşı karşıya geldik, ben kendimi tutamıyor, kendi kendimi kontrol edemiyordum. Karşımda ilk gördüğüm an, suratına tükürüp, öyle bir tokat atmak istiyordum ki, Neden dedim? Neden? Biraz daha bekleyemez miydin?
Baktı gözlerime, öylesine mahcup, öylesine ürkekti ki yani bir tavşan kadar ürkek. Babam verdi, babam! Ona durumu anlatamadım. Zaten bundan sonra Mehman’da yoktu, benim içinde artık, kimle evleneceğim bir önemi bile kalmamıştı. İşte öylesine gittim, o gün bugündür yaşar mıyım bende bilmiyorum.
Yaşıyorsun! Yaşıyorsun! Dedim. Kızgın bir ses tonu ile. Al dedim şunu; Mehman’ın askerde son sözü sen idin, sen onu bir ay taşıyamadın ama o senin sevdanı yüreğinde cennete taşıdı diye, sıkıştırıverdim avuçlarına tavşanın kuyruğunu, sonra yüzüne bile bakmadan kaçarcasına ayrıldım yanından öylece nasıl olsa bize Mehman’ın emaneti idi.
Yine, başka bir cephede ben askerlere moral olsun diye, onlarla konuşup türküler söylerken, karşımızda, dünya ile ilişkisini kesmiş bir asker gördüm. Elimle onu gösterip arkadaşlarına sorduğumda, o yüreğinden yaralı abla, Hiç yaklaşma o konuşmaz zaten çoktandır dünyasından bezmiş bir halde dediler. Yaklaştım yanına. Ay gardaş dedim, ne bu hâl?
Taşta ses var, onda yoktu, neler konuştum neler sordum hiç cevap alamadım. Sustu, sustu, sustu sonra kalkıp yanından giderken, ay bacı dedi, yerden bir demet sarıçiçek toplayıp gözlerime bakarak bana uzattı. Boş ver beni dedi, boş ver! Tekrar kafasını yere eğdi, ben de aldım bir demet sarıçiçeği, önce biraz koklayıp sineme sararak ayrıldım yanından, şimdi nerede bir sarıçiçek görsem, kafasını yere eğmiş bir askeri hatırlatır bana. Sonradan öğrendim o askerin bir sevgilisi varmış, çocuk vatan savunmasına gittiğinde, sevgilisi de başka bir adama, hatta bu çocuğun en samimi arkadaşına kaçmış, o günden sonra, gönlünden yaralı halde gezen çocuk, ben o cepheden ayrıldıktan birkaç gün sonra şehit olmuş, bende odam da onun hatırası, sarıçiçekler ile kalıverdim baş başa…
Bak hele Kubatlı cephesinde tanıdığım uzun boylu geniş omuzlu esmer ela gözlü mankenler kadar yakışıklı bir istihbarat subayı ile tanıştım. İsmi Atilla idi, Atilla! Türkiye’den gelmiş, ben yarım yamalak Türkiye Türkçesi, o yarım yamalak Azerbaycan Türkçesi ile konuştuk, ama itiraf edeyim çok da anlayamadık birbirimizi.
Dedim ki Ay oğlan! Türkiye’de; gezmek, eğlenmek, yaşamak varken senin ne işin var burada? Gerçi her cephede Türkiye’den gelmiş askerler vardı, biz Azerbaycanlılar fazla askerlikten anlamazdık, çünkü bizim çocuklarımızı Ruslar, askerde hep inşaatlar da falan çalıştırıp, geri hizmette kullanırlardı, onun için de bizim çocuklar silahsız, mermisiz cephede askerlikten de anlamadan nasıl bu Ermenilerle baş edecekti ki. İşte can kardeşlerimiz Türkiye’den gelip Bizim çocuklara hem askerlik öğretti, hem de bizim çocuklar ile birlikte cephede savaştılar. Allah onlardan, Allah Türk Milletinden razı olsun.
Sonra muzip gülüşünün altında yatan sert bir bakışla dikti gözlerini gözlerime, ben ay oğlan dedim ya, O da bana galiba gönderme yapmak için, Ay kız dedi. Ay kız! Siz (kardeşlerimiz kandaşlarımız) burada böyle yanarken, savaşırken bize Türkiye’de rahat yatakta yatmak yakışır mı? Dediğinde o gün bir daha anladım ki dünyanın en büyük hazzı Türk olarak doğmaktı.
O günden sonra, her Kuba cephesinden gelen askere Atilla komutanı sordum, hiç kimse bilmiyordu akıbetini. Yıllar sonra bir haber programı dinlerken gördüm Atilla’yı, o yıllarda Ermenilere esir düşmüş ve karşılıklı esir değişimde Atilla’yı da tekrar alıp Azerbaycan’a getirmişlerdi ama ben ondan sonra da bulamadım izini.
Yine bir gün, Gedebey cephesi komutanı, Cahangir Rustamov bana yanına çağırdığı İskender’i göstererek, Bu yiğit Ahıska Türklerindendir. Attığı top hiç boşa gitmez. Turnayı bile gözünden vurur diyerek tanıştırmıştı. Orda konuşup arkadaş olmuştuk, yiğit mert bir adamdı, Ondan sonra ben her cepheye gittiğimde İskender Aznaurovla da görüşürdüm, Onun topunun bulunduğu cepheye, İskender kalesi derlerdi. Oda şehit oldu. Haberini aldığımda cepheye koşup komutan Cahangir Rüstemovun yanına baş sağlığına gittim, Komutanın odasında İskender’in, büyük bir resmi asılıydı. Her yerde gözyaşlarını saklamaya çalışan ben, bu defa ağlamak, hönküre- hönküre ağlamak istiyordum.
Komutan dönüp bana, keşke 3 oğlumdan biri ölseydi de, İskender gibi bir kahramanımı kaybetmeseydim dedi. Onun yokluğu benim belimi kırdı diyen Komutan bir taraftan, ben de bir taraftan göz çanaklarımız kanlanıncaya dek ağladık. Şimdi İskender Aznaurov Azerbaycan’ın Milli Kahramanlarından biridir.
Bir gün Cahangir komutan ile birlikte Gedebey caphesine giderken Dağlar öylesine güzel görünüyordu ki. İçimden aman Allah’ım diyordum! bu dağları Ermeniler işgal ederse ben nasıl yaşarım. Sanki içimden geçenleri okuyordu Cahangir komutan, döndü yüzünü bana, bak Aybeniz! Bu dağlarda
“Ermeniler benim cesedimi çiğnemeden bir karış yer alamazlar sıkma canını diyen Cahangir’i nasıl unutabilirim? Cahit Bey, Bu komutanımız da şehit oldu. Ölümünden sonra ona Azerbaycan Bayrağı ödülü verildi.
Bir gün Laçın’da askerlerimizden biri bana, küçük bir kavanozda, sadece Şuşa’da yetişen bir Har-ı bülbül gülü getirmişti. Bu gülü ben ilk kez o zaman gördüm, bu bir mucize idi, sanki karnına arı konmuş oda kendini savunan canlı bir bülbül gibi kanatlarını çırpıyordu ki, o gül, hâlâ hatıra defterimin arasında, getireni şehit olmuş bir hatıra olarak Şuşa özlemimi simgeler. Cahit Bey! Buna benzer yüzlerce hatıra ile yaşıyorum, işte buna yaşamak denirse.
Bakın Cahit Bey bir gün Laçin’de cephede haberden geliyordum ki, Laçin’in köylerinden birinin içinden geçerken, önceleri Ermenilerin eline geçmiş, sonraları bizim askerlerimiz tarafından tekrar alınmış olan köy, köyümüzde, birkaç eve yerleşmiş asker dışında kimsemiz kalmamıştı. Öyle ki bacalarda duman tütmez olmuş, yeni evlenmiş gelinlerin çeyizleri ortalığa saçılmış, köyün koyunu, kuzusu, kedisi, köpeği hatta kuşları bile sanki köyü terk etmiş, köy ölüm sessizliğine bürünmüştü, gözyaşlarıma eşlik eden, yan tarafta ki çeşmenin sesi de olmasa kimseyle dertleşemeden ayrılmış olacaktım orda. O günler hâlâ, ruhuma işlemiş ve bugüne taşınmış olarak gönlümü acıtmaya da devam eden, yaralarım gibi, gönlümü acıtma ya devam ediyor Cahit Bey!
Karabağ, benim aşkım. Cahit Bey! İnsan zamanla açlığa susuzluğa, anne baba ölümlerine yani aklınıza gelen her şeye alışıyor, hatta unutuyor bile ama vatanından kovulup vatanında vatansız yaşamanın acısı çok farklı, Allah kimseye yaşatmasın.
-Bugün ki durumu zaferi nasıl buluyorsunuz?
-Ya bu nasıl bir şeydir Cahit Bey! Yıllardır bir zafer bekliyorsunuz ve bir gün bir bakmışsınız ölüm döşeğinde yatarken, televizyonda ki bir haberde Şusa bizimdir diyor. Öldüm mü? Rüyamı görüyorum gibi iç dünyanızda bir sürü soru ile hesaplaşırken, Karabağ Azerbaycan’ındır sesini istiyorsunuz. Düşünsenize korona nedeni ile hastanede yoğun bakımda kalırken bir uyanmışsınız ki Karabağ Azerbaycan olmuş. Şükür, çok şükür, yeni yeni kendime geliyor haberleri takip ediyorum. 1918 yılında ve birinci Karabağ’ savaşlarında olduğu gibi, yine gelmişler kardeşlerimiz. Yine bizi yalnız bırakmamışlar. Teşekkürler Recep Tayyip Erdoğan, Teşekkürler Ali Başkomutan, Teşekkürler Türkiye, Teşekkürler Türk Milleti.
-Sevgili Aybeniz Hanım, size en büyük dileğiniz nedir diye sorsalardı, ne derdiniz?
-Benim en büyük dileğim, Azerbaycan haritasının eski hâline dönmesidir. Hatta o tay, bu tay değil Arazın her iki yakasının birleşmesi her Türk’ün kendi bayrağı ve vatanında özgürce yaşaması arzum, yani dileğimdir.. İnşallah buda mutlaka bir gün olacaktır.
Benim doğduğum memleketin insanlarına “ayrım” derler, Ayrım Ulu Türk anlamındadır. Biz Ermeniler ile sınır olan bir bölgeyiz ve Ermenilerin işgal edemediği tek sınır bölgesidir, hatta biz birinci Karabağ savaşlarından öncede Ruslar tarafından onlara bırakılan 30 köyün yolu içinden geçen, stratejik öneme sahip köyümüzü bile ellerinden aldık. Ben Türk olarak doğdum ve ben büyürken de, benimle birlikte Türkçülük sevdam da büyüdü.
Bunun içindir ki yaptığım ürettiğim her şeyin isminin başına “Türk” dedim gazetemin adının “Türk Dünyası” ve edebi meclisimin adının “Turana Açılan Könüller” olması gibi. İnşallah bugün ki en büyük umudum hayalim dileğim duam büyük Türk devleti Turan’ı görmektir…
-İnşallah Aybeniz Hanım, duanıza katılmamak imkânsız, her şey için teşekkür ediyorum. Bize gönlünüzü, hatıralarınızı açtınız. Allah sizden ailenizden razı olsun. Geçmişlerinize rahmet, hastalarınıza şifa, size de dileklerinizin tümünün kabulünü diliyorum…
-Ben teşekkür ediyorum Cahit Bey, size ve Elbistan Gündem Haber gazetesi emekçilerine, iyi ki varsınız ve iyi ki yanımızda olduğunuzu bize hissettiriyorsunuz.
Cahit GÜNAY Şair*Yazar & Gönül Elçisi
Müstəqil.Az