Türkiyənin tanınmış şair,yazarı Cahit GÜNAY yazıları ilə Müstəqil.Az- da…
Sarhoş olmak için illa ki alkol mü alınmalıydı? Başka bir şeyler de sarhoş etmez miydi ki insanı. Ben alkol de kullanmam, Kafam bir milyondu, neydi? Öyleyse bendeki sarhoşluk.
Nereye baksam farklı şeyler görmeye başlamıştım, zaten zaman da kendini çoktan kızıla boyamıştı bile, birazdan Yakup’un sesi duyulur diye geçirdim içimden. “Arkadaşlar müsaade ederseniz biraz ayrılmak istiyorum, akşam otelde görüşürüz” diyerek hızla uzaklaşıverdim yanlarından. Biraz kendimi dinlemeli, dertleşmeliydim kendimle, bu bende ara ara olur, kaçarım herkesten. Yine kaçıyordum, belki de bu defa kendimden, kendimle de konuşarak. Yalnız başına yüksek sesli konuştuğumu görenler, bu adam delirmiş derler miydi acaba? Çok da umursar mıydım ki?
“Ey Çin! Ey milletimin topraklarında işgalci olarak yaşayan müptezeller! Hâlâ Türk anaları yaşadıkları topraklarda; Kür Şad, Enver, Osman Batur ve Mustafa Kemal’ler gibi binlerce yiğit doğurmaya devam ediyor… UNUTMA!”diye dünyaya meydan okuduğumu hatırlıyorum.
Başbuğun; “Türk birliğinin, bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile, gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapayacağım. Türk birliğine inanıyorum, onu görüyorum. Yarının tarihi, yeni fasıllarını Türk birliğiyle açacaktır. Dünya sükûnunu bu fasıllar içinde bulacaktır. Türk’ün varlığı bu köhne aleme yeni ufuklar açacak, güneş ne demek, ufuk ne demek, o zaman görülecek.” Ve “İstanbul’da çıkan bir gazeteyi Kaşgar’da ki Türk de anlayacaktır” sözlerinden de güç alarak. O zaman yani İsmail Gaspıralı’nın “Dilde fikirde işte” birlik hayalinin gerçekleştiği gün, Mustafa Kemal’in rüyasının da bütün dünya ile birlikte hayra yoruluşuna şahitlik etmiş olacağız.
“İşte, o günü doğuran Güneşe, yıldıza, aya ant olsun ki, bugün Turan topraklarında ki kan emiciler!
Turan topraklarında yanacak olan, huzur meşalesi, dünyayı aydınlatmaya başladığında, hesaplaşmadan helalleşmenin de olamayacağını anlamış olacaklardır” diye kendi kendime savruluyordum.
Yakup Karaca’nın; “Herkes geldiği arabaya, herkes geldiği arabaya” diye toplan borusu çalmaya başladığında, orada kalacak cömert Çukurova’nın yiğit çocukları ile gelmek olur, görmek olmaz belki de bir daha gelmekte nasip olmaz diyerek, tek tek helalleştim. Sonra el salladık hep birlikte âminlerimizi üfürdüğümüz suratlarına.
-Ben yine her zaman ki gibi en sevdiğim yerde otobüsün arka beşlisindeydim. Sol yanıma Aydınlı Genç Âşık mahlaslı Savaş Sarıkaya, sağ yanıma da Azerbaycanlı aynı zamanda tarih öğretmeni de olan şair Saqif Qaratopraq oturdu.
Otobüsteki ortam öylesine güzeldi ki bir gökkuşağı formatında her telden şarkı türkü ve şiirler birbirleri arasına ulanırken, ezgiler tek sesli koroya dönüşüp, bir Turan ritmi oluşturuyor, ortamın büyüsü de insanı kâh Orhun Vadisi’nin uçsuz bucaksız maviliklerinde ata bindirip ok attırıyor, kâh Semerkant sokaklarını gezdiriyor, kâh İrtis nehrinde ayaklarını suya sokturup Selenge’nin buz gibi suyunda da çimdiriyordu.
Ama nerden başladığını bile anlamadan içimizde ki illağalite yine bizleri sürükleyip Savaş Bey’in ruhunu inciten Aydın yaylalarına taşımıştı bile.
Reis, Adana’dan geldik, Adana’ya dönüyoruz sizleri tanımakla öylesine bahtiyar oldum ki, Cengiz Aytmatov’unda “İnsan her şeyi anlatamaz, zaten kelimeler de her şeyi anlatmaya yetmez” dediği gibi mutluluğumu izah etmeye kelime bile bulamıyorum. Aynı ruh, aynı heyecanla sizlerle aynı bedeni paylaşıyormuşum gibi hissediyorum kendimi.
Gün boyu gerek, otobüste Süleyman Abdulla beylerle, gerekse Karapınar parkında Antqa hanımla olan konuşmalarınızda bir kulağım hep sizinleydi, yer yer müdahil olmak istesem de. Öylesine güzel konuşuyordunuz ki bazen gurur, bazen hüzünle takip edip girmek istemedim aranıza, cidden bizim topraklarımızda ki yaşanmışlıkları da düşünürsek Türk olmak ateşle imtihan etmek gibi bir şey, bizim buralar dedim se Saqif beyin de gözüne bakarak yanlış anlamayın lütfen, Türk’ün yaşadığı her coğrafya bizim ortak değerimiz, ortak vatanımız, ortak kutsalımızdır. Ama vatan içinde vatan işte, insanın neresi ağrıyorsa canı orası derler ya bizim ki de öylesine bir şey dedikten hemen sonra gözlerimin içine, içine bakarak,
Reis Aydın’ı bilir misin?
-Bilirim tabi ne demek.
Hatta bir müdürüm vardı, Ahmet Akpınar isminde uzun yıllar birlikte çalıştık. Aydın Yörüklerinden, kral adamdı.
Ya Demirci Mehmet Efe, Gökçen Efe, Kıllıoğlu Hüseyin Efe, Ayşe Çavuş, Çiftlikli Kübra, Emir Ayşe Efe…
Cevabımı bile beklemeden sıralıyordu ardı ardına “işte biz, onların ruhlarını teslim ettiği toprakların kavruk çocuklarıyız”.
Bu gün bu topraklarda 7 Eylül 1922 gibi bir kurtuluş hikâyesi anlatılıyorsa, düzenli ordu kuruluncaya kadar Yunan ilerleyişini durdurmak için düşmana canları pahasına baskınlar veren kadınlı erkekli bir iradenin kahramanlık destanıdır.
Lakin bu destan öylesine kolay kazanılarak zaferle sonuçlanmış bir süreç değildir, hâlâ deyişler, türküler, gözyaşları, muhatabının izlerinin sürüp gider yanık gönüllerin tercümanı dillerde.
Düşünsenize günlerce aç bırakılan bebelerin annelerine tecavüz edilip kestikleri göğüs uçlarından teşbih yapıldığını, sonrada göğüs ucu kesilmiş annelerin yavrularının göğüslerinde emzirtildiğini ve bu emzirişi izlerken de kahkaha atan vicdandan nasipsiz kâfirleri.
İşte tam da bunları yaşamış ama bu acıyla yaşasın diyerek öldürülmemiş kadınların çoğunun da travmadan kurtulamayarak buldukları ilk fırsatta intihar etmiş olmalarını, Genç Aşık titreyen sesiyle devam ediyordu,
Malgaç baskınını ardından dağlara çekilen bir grup efeyi fark eden Yunanlı işgalcilerin
Efeleri bir derede sıkıştırıp top ateşine tutarak hepsini oracıkta katletmiş olduklarını derken, dudaklarımdan -“İnna Lillahi ve inna ileyhi raciun” sözleri dökülüverdi. Hızını kesene aşk olsun, dolmuş pınarların selini yaşıyor gibi, önüne kattığını taşıyordu kendi derinliklerine, sonra şehit olan efeler çuvallara doldurulup her mezara bir baş, bir gövde, kol, bacak konularak, Umurlu Mahallesinde ki Türkiye’nin İlk anıt mezar ve şehitliği olma özelliği taşıyan, Çayyüzü Şehitliğine kol kimin? Bacak kimin ..belli olmadığı bir şekilde defnedildiler.. Anlıya biliyor musun reis,
-o anlayabiliyor musun dedikçe ben öylesine kopuyordum ki mevcut zaman filiminde, sanki
“Her bedende ölen benim
Her mezarda yatan ben”
Yani çoktan ruhum bedenimi falakaya yaptırmıştı bile..
Yeter diyemiyordum.
Bak Reis!
Yunan askerlerinin yaptığı işkence ve zulümler hala halk arasında dilden dile bir kuyumcu terazisi titizliği ile kuşaktan kuşağa taşınmakta Aydın’ın bir çok yerinde şehitlikler bulunmaktadır. Sadece bu mudur sanki yaşananlar.
Bir de akıllara durgunluk veren kanlı bahçemiz var ki, Yunan işgali ile birlikte yerli Rumlar da, Türklere karşı tehdit, baskı, eziyet, zulüm, yağmalama ve katliamlarda bulunurken. 4-5 Eylül 1922 tarihlerinde,
Milli Kuvvetler karşısında bozguna uğramış ve İzmir’e doğru kaçan Yunan askerleri ve yerli Rumlar evlerde ve bahçe aralarında gizlenmiş olan yüze yakın Türk ahalisi kasabadan toplayarak, önlerine katıp götürmeye başlarlar. Koç kuyusu denilen yere geldiklerinde, bazılarını damların duvar diplerinde kurşuna dizerek katleder, bazılarını da zorla incir damının içerisine sokarak kadın yaşlı çocuk demeden önce süngü, ve tüfeklerle sonrada bombalar atarak katlederler. İncir damından sızan 94 Türk insanının kanı bir birlerine karışarak bahçeyi kızıla boyar. Yaralılar kaçmasınlar diye de canlı canlı kuyulara atarlar, İşte bu vahşetin yaşandığı yerdir, hatta bir anne çocuğunun üzerine abanarak ona konuşmamasını öğütleyip ölü numarası yaptırarak kendi onun yiyeceği süngü darbelerini de yiyerek ölmesinin önüne geçtiği de halk arasında söylenip durulur.
Kanlı Bahçe anladın mı? Kanlı bahçe reis.
-Anladım kardeşim, kanlı bahçe..
28.
Dinle biraz da ben anlatayım sana. Stalin’in katliamı sonucu babası ve amcasın kaybetmiş Cengiz Aymatov, babası Törökul Aytmatov’un naaşını ararken. “Baba sana anıt mezar yaptıramıyorum; çünkü̈ senin nereye gömülü̈ olduğunu bilemiyorum ve bu yüzden Toprak Ana’yı sana ithaf ediyorum”, demişti..
-Yine bir kadın bilirim “Roza”
Çoğu zaman penceresinde, bazen de evinin kapısının hemen sağ tarafında bulunan ağaçların altında ki ufak bir taşın üstüne oturarak karnında ki bebekle dertleşip
Sordum,” savaşımız bitti” diyorlar,
Bizimkisi bekler orda, ne bekler?!
Atanın vadesi yetti diyorlar
Bizimkisi bekler orda, ne bekler?!.
İlkbaharda ağaçlarda dal olur,
Sonbaharda yaprak bile lâl olur,
Hayat bana, zaman geldi sal olur,
Bizimkisi bekler orda, ne bekler?!”
Gibi, ninni niyetine dörtlükler okuyarak büyütülen, Beyaz ananın kızıdır Roza, Baba sevgisini hiç tatmamış, kabrini bile görmemiş, babası ana karnında üç aylıkken, anasına, anasıda üç yaşına geldiğinde anneannesine bırakılarak terk edilmiş. Sekiz yaşına geldiğinde ise bu defa emanet olarak teyzeye. Teyzede almış götürmüş onu başka bölge başka bir ortama, yani bu defa giden Roza’dır
Evlilik çağına geldiğinde, kendisi gibi aynı yerlerinden yaralı, babasını üç yaşından sonra görmemiş, yedi yaşına geldiğinde de anasının başka biri ile evlenmiş olmasından dolayı hem öksüz, hem yetim sayılacak şekli ile babaannesinin yanında büyüyen Barat bey ile bir birlerinin yaralarını sarsınlar diye baş- göz edilmişler.
Geçen günlerden birinde idi, gününü tam da hatırlamıyorum, saat geceyi bitirmiş sabahı avuçlamak üzere falan, sosyal medya üzerinde postama bıraktığı notlarda anlaşılacağı şekli ile utana sıkıla lütfen kusura bakmayınız diye başlayan mesajlara “sizi rahatsız etmek istemiyorum” ama;
“Biz Türkün Ömer’iyiz “asrın Fethi” orada
Kürşad akınındayız, Afşin’ler de burada
Fırat’ım şaha kalkmış Günay ona duada
Topraktır nadas bekler tırnakla kazılmalı,
Kahramanlık destanı yeniden yazılmalı” diye şiirinizi okudum, Rahmetli Feti Sekin ve Ömer Halis Demir’den bahsedip kahramanlıklarını öylesine güzel resmetmişsiniz ki! Aklıma kardeşim geldi, gerçi hiç de aklımdan çıkmaz ya…
– Yazdıklarına hemen cevap vermek istedim.
-Zaten uyumuyordum da
-Kardeşiniz?
Biz Zengilan’lıyız, Azerbeycan’lı yani, aslında bize öksüz toprakların yetim çocukları da diyebilirsiniz.
Biz iki dedemizi de 1941 ile 1945 yıllarına kadar süren savaşta şehit vermişiz, lakin ikisinin de mezarı yok. Atalarım, dedelerimin naaşlarını bulamamış, unutmadan dedelerimden biri Türkiye, diğeri de Bulgar Türk’ü imiş. Yani bizim bir yanımız Türkiyeli.. “hemşeriyiz” sizlerle.
Kardeşim, Babam, o doğduğunda cepheden gelememiş, bir mezarı bile olmayan babasının ismi yaşasın diye, İsmail demiş
İsmail;
“İsmail bildiğin İbrahim’in kurbanlık koçu” ülkemizin düzenli ordusunun bulunmadığı yıllarda, milletimiz kendi bölgelerindeki düşman saldırılarına ellerine geçirdiği savunma araçları ile karşı koyar, İsmail gibi yiğitler de en ön saflarda çarpışırlardı, ayrıca İsmail bir polis işçisi idi. Ben, ondandır bütün polis işçilerini kardeşim sayarım.
İsmail, Qubadlı, Fuzuli,Cebrayıl, Ağdam bölgelerinde kahramanca savaşmış, hatta gittiği yerlerden çoğu zaman günlerce gelmemişti,
Her gelmeyişinde garibim anam ağzına lokma dahi koymaz, gelinceye kadar kimse ile konuşmazdı, anamın bu haline dayanamayan babam gidip İsmayil’i karakolda sorar, eve gelip, durumu iyiymiş, gelecekmiş, diyerek bizlere, ziyadesi ile de anama moral verirdi.
Tabi İsmail eve her geldiğinde: “yapma, gözünü sevem, oğlun koskoca adam oldu bu toprakları biz savunmayacağız da Ermenilere yem mi edeceğiz? Neden Babam hergün karakola gidip beni sorar”, diyerek, öpüp koklardı anamın ellerinden, yanaklarından, anam kırk yıllık kıraç topraklara su verircesine gözlerine bakarak, çekerdi kokusunu içinin ta derinliklerine, “bir gün ata olasın ki anlayasın halimizi” diye sessizce mırıldanırdı, İsmail anlardı tabi, insan anlamaz mı ki anasının durumunu, biraz güldürmek ister “kurban olurum sana” diyerek, bizlere de çaktırmadan, gönlüne hapsettiği gözyaşlarını da yanına alarak ayrılırdı oracıktan. Bilmem farklıydı İsmail, bizim için de, anam için de.
Ekim ayının 24 ünü 25 ine bağlayan gece idi, hava öylesine pis, hava öylesine karanlıktı ki, bir kızılca kıyamet kopuyordu yüreğimizde, yaşlılarımız söylemese de bölgemizde ikinci Hocalı katliamının olmasından endişe ettikleri sanki suratlarına bile sinmişti.
Zaten 1992 yılında Ermeniler tarafından köyün bütün evleri yakılan Zengilan’ın yukarı Yemezli köyünde, sadece ismail’ler kalmıştı, Tevekkeli köyümüz yandığı zaman bizler geçici olarak Zengilan merkezinde yaşayan ablamın yanına taşınmış, diğer köylülerimiz de, Başta komşu köyler olmak üzere var olan eş, dost, akrabalarının yanlarına eşini çocuklarını yerleştirerek beyler de kış geçene kadar köyümüzün hemen yanında ki Tursunçay vadisinin kenarında, kaldılar. Köy hayatı, herkesin sürüyle hayvanı, koyunu, keçisi, tavuğu vardı. göçebe gibi anlayacağın perem perem dağılmıştık.Tam da Necip Fazıl’ın deyişi ile kendi öz yurdumuzda garip, kendi öz vatanımızda parya idik.
Buna rağmen, İsmail ve arkadaşları yurtlarını bir adım bile terk etmiyorlardı, oysa yüksek bölgelerde bulunan savunmasız Laçını, Şuşani, Kelbeceri ve diğer birkaç bölge, çoktan Ruslar ve Farslar tarafından aracılık edilerek hain Ermenilere teslim edilmişti bile. İşte tam da o geceydi, Anamın İsmail’in daha dikkatli olmasını istediği gece, İsmail: “yapma ana, kurban olayım, anam kardeşim komşularım köyüm yanarken ben kaçar mıyım?! kaçsam mahşerde mezarsız atalarımın huzuruna o günahla nasıl çıkarım korkma! Sıkma canını ne olursun, gidip geleceğiz inşallah ”diyerek
Agil, Fazıl, İlham, Sabir, Elshad, Mohlat giller ile birlikte Pusatlanıp imanlarını çıktılar, yeniden Zengilan dağlarına, gidiş o gidişti, gelmediler bir daha, duyduk şehit olmuşlar, öyle dediler. Naaşlarını alamadık, iki dedemin naaşlarını da alamadığımız gibi yani yedi nefer daha katılmıştı mezarsızlar kervanına.
İsmail’ler şehadete erdikten hemen beş gün sonra idi 30.10.1993 göz bebeğimiz, çocukluğumuzun geçtiği, köyümüz, bütün hatıralarımızla birlikte yanıp kül olarak Ermenilerin eline geçti. görmedim, göremedik de bir daha.
Önce birkaç gün Araz çayının kenarında kaldık, sonra herkes kendi imkanları ile dağıldı, dağıldık görmedim göremedik bir daha “Ne olur ki, bir kez görebilsem dokunsam orada hatıralarıma, hatıralarımıza, tek Tanrı canımı orda alsın yeter”
Sahi Türkiye’deki amcalarım, bibilerim Bulgaristan’daki dayı ve teyzelerim, beni ölünce köyümün dağlarında salına salına gelen buz gibi suyunda yıkayıp, anamın ayak izlerinin olduğu topraklara gömerler mi …
Cahit bey, bu günler bize;
“Savaş insana yalnızca yoksulluk ve kayıp getirdi dersek savaşı hafife almış oluruz. Savaş aynı zamanda toplumdaki insanın edebine, ahlakına el uzatmış, asırlar boyunca devam etmekte olan gelenek, görenek, örf adetlerini yıkıp geçmiş ve ailenin toplumun yazılmamış kanunlarını bozmuştu.” diyen Aymatov’un sözlerinde ki yaşamsal gerçekleri bizlere öylesine acımasızlığı ile yaşatmıştı ki sana anlatamam.”
-Deme öyle! deme..
Bilir misin? Cahit bey, Bizim köyümüz Tanrının bereket sıfatını taşır gibi yem yeşildi ne eksen o gülerdi insanın yüzüne, bir domates, biber salatalık yetiştirdi ki, yaz aylarında kokusu tüm köyü sarardı ben o günden sonra her gördüğüm üzümden utanırım, rüyama girip korumadınız, koruyamadınız demesinden öylesine korkuyorum ki, Bizim oranın üzümleri. Bizim oranın üzümleri idi yani, o üzümleri yedikten sonra diğer üzümler geçer miydi ki insanın boğazından. Sonra bıraktık işte o toprakları da umutlarımız hayallerimiz ile birlikte.
“Cahit bey! Bana en çok ne dokunuyor biliyor musun, işte o topraklarımızda dedelerimize kazamadığımız gibi İsmail’lere de, bir mezar kazamadık…
Mezarsızlar ailesi gibi olduk gitti vesselam, -Hiç mezarsız olurlar mı? Lütfen böyle düşünmeyiniz
Bak ne diyor şair:
“Mezarsızlar mezarsızlar.
Mezar ağlar mezar sızlar
Milletimin pak gönlüne
Gömülürler mezarsızlar”
Ve ayeti kerime de ; “halkın huzuru, onuru ve namusunu koruma, Hak ve adaleti hâkim kılma uğrunda çalışıp; düşmanlar ile çarpışarak dünyalarını değiştirenlere sakın “ölüler” deyip gaflete düşmeyin, çünkü bilakis onlar (gerçek ve yüksek bir hayata geçmiş olarak) diridirler. Velâkin siz bunun farkında ve şuurunda değilsinizdir.”
Diyor yüce yaradan yani biz onları görmesek de onlar bizi görüyorlar, biz de onları hissetmeli, onları üzecek yersiz endişe ve üzüntülerden kaçınmalıyız. Dedikten hemen sonra, belli ki ağlıyordu, rengini yitirmiş bir ses tonu ile,
-Allah sizden razı olsun, sizinle konuşunca sanki üzerimden kırk tonluk bir yük kalktı, bu gece huzur içerisinde uyuyacağım.
-Sahi anneniz, ne oldu?
Anneme, İsmail’in şehit olduğunu söylemedik, gelecek inşallah diye kendi içimizdeki umudu ona da aktarıyorduk, nasıl olsa naaşını da teslim alamamıştık ..ama itiraf edeyim O bu konularda bizden daha tecrübeli idi, nasıl olsa O bu durumu ana karnında yaşamaya başlamıştı. Çok konuşmasa da İlk zamanlar anasından ninni niyetine duyduğu,
Dörtlükleri kendisi de,
“Laleler dağlarda kara bağlamış,
Yetmedi toprağa, kanlı ağlamış,
Gözleri gözümü sanki dağlamış,
Bizimkisi bekler orda, ne bekler?!
Zengilansız düğün olur toy olur,
Bala doğar, atasına soy olur,
Bir de baktın koca koca boy olur,
Bizimkisi bekler orda, ne bekler?!
Diye belli ki geliştirerek devam ettiriyordu.
bazan da bize o haliyle..
“Dedesi savaştı geri dönmedi,
İntikam diyordu, onu yenmedi,
Özlemi kor oldu, bir an sönmedi,
Bizimkisi bekler orda, ne bekler?!
Kader bize bunu böyle yazıyor,
Mezarlarını yüreklere kazıyor,
Ermeniler,…
Ermeniler derken öyle bir iç çekerdi ki, Cahit bey anlatamam. Ermeniler o olmazsa azıyor,
Bizimkisi bekler orda, ne bekler?!” diye sanki kadere inanmamızı, onun önüne geçemeyeceğimizi öğütlüyordu. sonraki süreçte babam da rahmetli olunca sanki başka bir aleme geçiş yapmıştı, kimseyle konuşmaz, bakmaz hatta ağlamaz olmuştu. Bilemiyorum ki, belki de göz pınarları kurumuştu,
Bu duruma bütün ailemiz çok üzülüyor, Roza’mız gözümüzün önünde her geçen gün biraz daha soluyordu ve Roza’mız 2017 yılında tamamen kurudu. Aslında bizlerde oğlu İsmail, babası, kocası, kayınvalidesi karşılar, özlem giderirler diye düşünerek fazlada üzülmedik
Özür dilerim, uykusuz bıraktım galiba yarın işiniz vardır, lütfen hakkınızı helal edin
Postanıza bir şiir bırakacağım okursanız sevinirim diyerek kapattı konuşmamızı,
-Ben de üstelemedim,
“Şimşəkdən yoğrulub, tufandan doğan,
Ömrü burulğandan keçən İsmayıl.
Qara- şər qüvvəni yerində boğub,
Alovdan donunu biçən İsmail.
Candan əziz bilib daşın, gilin də,
Danışdı namərdlə mərdin dilində,
Bir ovuc torpağı alıb əlində,
Vətənə andını içən İsmayıl.
Hər kəsdən seçildi səxavətiylə,
Dosta, qardaşlığa sədaqətiylə,
Savaş meydanında şücaətiylə,
Ərlik məktəbini keçən İsmayıl.
Sevdilər cavanlar, qocalar onu,
Sevdi oğul kimi, analar onu,
Çox çətin ki, daha danalar onu,
Adı körpələrə keçən İsmayıl.
Qısa ömür yolu şərəf, şan oldu,
Sevdi, sevgisində pərişan oldu,
Adı bu dünyada tək nişan oldu,
Əbədi qəlblərə köçən İsmayıl.
Harayı dağlardan qayalar aldı,
Ölümü titrətdi, qorxuya saldı,
Şəhid zirvəsinə qalxdı, ucaldı,
Məkantək Cənnəti seçən İsmayıl.”
kendisi yazmıştı bu şiiri. İtiraf edeyim çok beğendim. -Özür dilerim uykusuz bıraktım diyordu giderken..
-Oysa benim uyku ile aramın bozuk olduğunu, Yıllardır beni hiç sevmediğini, hatta, bir gece şöyle, salına- salına geceliğini giyip sinesine sokulayım dediğini hatırlamıyorum bile.
Yatağa geçmiş, içinde bir o yana bir bu yana savrulup duruyor,
“İsmail’ler ölmez! İsmailler ölemez Turan’ı kuracaklar” diye de sesli sesli bir şeyler konuşuyordum, çocukların uyanmasından da korkarak, bir de baktım yatağımın baş ucunda;
“Kan ağladı geceler, ayın yirmi beşinde.
Bir Sonbahar ayırdı nazlı yâri eşinde
Milletim yemin etti, yiğitlerin peşinde
“Kurt kayalar ölemez” TURANI kuracaklar
Türk’e kefen biçenden hesabın soracaklar.
Laleler karardı, kan akıttı gözünden
Damla damla süzüldü, yere düştü özünden.
Kaç yıl geçti saymadı, bırakmadı sözünden.
“Mübarizler ölemez” TURAN’I kuracaklar
TÜRK’e kefen biçenden hesabın soracaklar.
Anam gamlı yüzünü hiç atmadı başından,
Kapıda kaldı gözü oturduğu taşından
Birkez bile bölmedi, ekmeğinden aşından
“Enver, Nuri gelecek” TURAN’ı kuracaklar,
TÜRK’e kefen biçenden hesabın soracaklar .
Yedi nefer taht kurdu Zengilan dağlarına.
Dosta benzer çaşıtlar saldırdı bağlarına
Ermeni’ye kullaşan ip ördü ağlarına,
“İsmail’ler ölemez” TURAN’I kuracaklar,
TÜRK’e kefen biçenden hesabın soracaklar .
Ikinci Hocalı’ydı hedefteki bu sehir.
Civanlarım olmasa kan solurdu dağ nehir,
Özgürlüğe verildi yedi bozkurttan mehir
“Mustafa’lar ölemez” TURAN’I kuracaklar,
Türk’e kefen biçenden hesabın soracaklar.
Turan’ın çocukları Günay’ın kardaşıdır.
Dağı, gölü, denizi bitmeyen sırdaşıdır,
Kırk çeriye baş olsa dayandığı başıdır,
“Koç Yiğitler ölemez” Turan’ ı kuracaklar.
Türk’e kefen biçenden hesabın soracaklar.”
Diye İsmailler ölemez isimli bir Şiir oluşmuştu.
Altına da, bakınız size bir Kurt kaya hikayesi yazıyorum,
“İşbara Alp hâlâ atının üstünde idi. Yayının kirişini kayanın sivriliğine takmış, demirini de eliyle tutuyor, böylece sulara karşı kendini de, atını da koruyordu. Onbaşı Yamtar şimdi kayaya ilmiklediği kemerine daha sıkı sarılmaya mecburdu. Çünkü artık onbaşıya asılan çeri tek değildi. Bunlar birbirine sarılarak uzayan belki yirmi kişi olmuşlardı. Fakat Yamtar itiraz etmiyor, irkilmiyor, yalnız kemere daha sıkı tutunmaya uğraşıyordu. Bu ara yıldırımdan daha keskin, gök gürültüsünden daha güçlü bir ses yükseldi.
– Kurt Kaya, elini çöz!…
… Kurt Kaya. Yamtar’ın ardına yapışan erlerin arkadan onuncusuydu. Yüzbaşının buyruğunu alınca bir an tereddüt etmedi ve kara, azgın sular bu on eri bir anda yuttu’
Yüzbaşı bu buyruğu niçin verdi. Muhakkak ki bir Göktürk subayı on çerisini sebepsiz ölüme almaz:
“İşbara Alp tam zamanında gürlemişti. Herkesten daha yukarı bir yerde tutunan yüzbaşı çakınların
zaman zaman ışımaları arasında Yamtar’ın bütün yaptıklarını görmüş, sonra da birbirine tutunarak uzayan bu insan zincirini gözleriyle kovalamıştı… Birden parlayan bir çakının kısa ışığında sivri kayanın bir alay çeriye güç dayanan eski kayış her an artan bir çabuklukla kemirip eğelediğini gördü. Ne yapacağını gene bir çakın hızıyla kararlaştırdı ve haykırdı:
– Kurt Kaya, elini çöz!…”
Ve o gün Kurt kayalar hiç tereddüt etmeden ellerini çözdüler
Bu kurt kaya hikâyesini Atsız ata, Hüseyin Nihal ATASIZ’ın bozkurtlar romanından okumuştum.
Gönlünü rahat tut kardeşim, İsmail’ler, Kürşad, Enver ve Mübariz gibi her biri öncü, her biri birer kurt kaya olarak, Ekim ayında canlarından aziz bildikleri topraklara ekildiler, gürleşip fide verecekler, unutma ki Türk’ün kanı ile abdest almış her yer Türk’ün kutsalı namusudur ve o fideler sürgün verdiği gün, kara laleler de ağlamaktan vazgeçerek mahcup boynunu göklere kaldırarak yeniden kızıla, yeşile, sarıya boyayacak dağlarımızı diye, bitiremediğim,
“Her vurulan neferin kanını toprak içer
Yiğitlerden bu toprak kendine harem seçer
Önce koklar-sevişir sonra serinden geçer
Karabağ Türk’ün yurdu sonsuza dek kalacak
Dağlarında Elşad’lar cennete kök salacak
…
Geleceğiz bir sabah TURAN yazın ekleyin
Az kaldı zamanımız biraz daha bekleyin
Balaları büyütün ele bayrak yükleyin
Karabağ Türk’ün yurdu sonsuza dek kalacak
Dağlarında Sabir’ler cennete kök salacak”
Dizelerini de ekleyerek postasına bir notta ben bıraktım.
– Kardeşim Savaş! Şimdi ben soruyorum; Anlıyor musun? Dediğimde yüzünün orantısal olarak en büyük organı pozisyonundaki gözlerinden, her biri ancak Seyit onbaşının kaldırabileceği mermiye eş damlacıklar bırakıyordu yüreğime, yüreğimize.
Savaş bey: Sonra bu arkadaşınızla tekrar konuştunuz mu reis?, Şimdi nerede yaşıyor? Ne iş yapıyor? Durumu nasıl? Diye ardı ardına sorular sormaya başlamıştı.
Konuştum tabi, hâlâ ara ara konuşuruz Lale İsmail şairdir. Bakü’ de yaşıyor, elinde mavzerle, bugün boynu bükük olan köylerinin damlarında, zamanında çok nöbet tutmuş,
“Bebek anasız yaşar da, vatansız yaşayamaz” diyen Nene hatunun çocukları “Türk kadını bunlar”… Ne olacak aslan gibi…
Ah dedi Savaş bey ah!
Ee savaş bey, Tevekkeli,
işte ondandır Akif’in;
“Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal…” Diye ara ara bayrağa gönül koyup, hesap soruşu
Yani Türk’ün yaşadığı her yer buram buram kan, buram buram vatan kokar, Akif’in deyişi ile, şüheda fışkırır toprağı sıksan da şüheda”
Ya reis, senin uykusuzluğun, uykunun sana düşmanlığı, tamda bu sebeplerdedir sanki ben farklı mıyım? Bunları bilince olmuyor işte… O zaman Karabağ’da, Bosna’da, Doğu Türkistan da, Miammar da ya da Dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir millete yapılan zulüm ve işkenceyi iliklerine kadar hissediyor, İnsanlığından utanıyorsun. Yani yüreğin tarumar oluyor . Dudaklarını ısırıp zaman ve yer fark etmeksizin. gözlerini siliyorsun. İşte ondan uykunun bizimle arasının açıklığı…
-Ee savaş bey uyku bu, ne olacak iyi gün dostu…
Ne diyordu Cemal Süreyya
“Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum”
-Sanki uykunun babası
mı ölmüş
ne anlayacak halsizin hâlinden, halimizden………
29.
Konuşmalarınız karşısında çok etkilendiğini söyleyen sağ tarafımdaki koltukta oturan
Azerbaycan yazarlar kurumu üyesi, Tarih öğretmeni, Akstafa ili edebiyat kurumu başkanı ve 21.yy Azarbaycan’ın en çok tanınan şairleri arasında gösterilen Saqif Karatoprak, Cahit kardeşim hayretler içerisindeyim bizim yaşadığımız coğrafyaya, yaşadığımız olaylara öylesine hâkîmsininiz ki inanın bir kez daha bana Türk olmanın gururunu yaşattınız, şimdi daha iyi anlıyorum ki biz kocaman bir aileyiz.
Ama bizim yaşadığımız coğrafya öylesine acıyla yoğrulmuş ki, hangi kapıyı çalsanız size tükenmiş hayatların içerisinde çıkarılmış bir sürü acı yaşatırlar.
Bakınız benim atalarım çok zengin olduğu için 1937 yılında Ruslar aile büyüklerimizi katlederek tüm servetine el koymuşlar, son kalan aile büyüğümüz olan babamın dedesi de 1942 Cahan savaşında şehit düşünce.
Ninem Hacer hanım, babamı, amcalarımı binbir güçlükle büyütüp, okutmuş.
Cahit bey ben size burada ninemin hatıralarından bahsetsem inanın kitaplara bile sığmaz. Ninem yaşadığı acıların da etkisiyle çok sert bir kadındı onun Rahmetli babası da öyle imiş köye çıktığında herkes ihtişamı görkemi karşısında sessiz kalır kimin müşkülü, sorunu olsa gelip sorar akıl alırmış, hatta çok da güzel tütek çalıp Bahçe tımar edermiş ama biz, Lale hanımdan biraz şanslıyız, çünkü dedelerimden
Ocakkulu olanın mezarı olmazken Kara dedemin mezarı mevcut….
.. Savaş bey, Saqif Karatoprak bey’e dönerek Saqif bey Azarbaycan’ın neresinde yaşıyorsunuz? Kaç yıldır şiir yazarsınız? Şiirlerinizi hangi gerçekler üzerine oturtturursunuz?
Savaş bey, Ben 1963 yılında, saz, söz ve efsaneler ile nefes alan Kazak(Akstafa) ilinin Köçasker köyünde Bilimsel tarım uzmanı bir baba ile öğretmen bir ananın dokuz çocuğundan biri olarak dünyaya gelmişim, Soyum, anne taraftan Zülqeder, baba tarafından Borçalı-Kazak’larındandır.
Osmanlı devletinin 1724-28 yıllarında düzenlediği “Gence-Kazak” vergi defterlerinde köyümüz Kazak sultanlığına ait olan Tatlı oymağının köyü olarak yazılmıştır, yine aynı defterde köyümüzde vergi veren 181 kişiden bahsedilir, Köyün en hatırlı söz sahibi beyinin ismi Asker olduğu için köyün ismide Askerin göçü anlamında, Köçasker denilmiş. Köyümüzün etrafı dağlarla çevrili Güneyde -Ağ dağ, Uçuk dağ, Kotan dağ, Güllü dağ, kuzeyde- eski Haça dağ,(Volkanik dağ).Haça dağın zirvesinde bir pir yaşadığı kabul görülerek eski çağlardan günümüze hâlâ, uzaklardan gelerek, adak kurbanı kesip, dilekler tutan insanlara rastlarsınız, Haça dağın eteği yemyeşil bir orman, köyümüzün ortasında da Bakü-Tiblis tren yolu geçer, Geceler trenin sesi geldikce yatağımda hep uzaklara gitmenin hayalini kurardım. Önceleri en büyük hayalim bir futbolcu olmak iken, ilk okul çağlarında yaşadığım aşk, beni önce sınıfta yazı tahtası ile dışarda ağaç gövdelerine sevgilimin isminin baş harfini yazdırdı. Bu yazdığım yerler bir türlü Aşkımın ateşini söndürmeyince
Kalp ağrılarım, geceler uzaklara çağıran trenlerin sesi gibi. Belki de ilk şiirimi bir ağacın gövdesine yazdırmıştı, kendimden bile haberimin olmadığı çağlarda şunu anladım ki, şiir de aşk gibi.aynen acı ve ağrıdır. Şair geceleri Karayazı ormanında Bin yıldır bir sevda arayıp bulamayan. Yani ayaklarından asılmış bir kuş gibidir. Aslında sadece benim şiirlerim değil, bütün şiirler şairin yaşadığı, doğduğu büyüdüğü toprakların, havası suyu doğası tarihi, kahramanları ve masalları ile yoğrulur.Hatta bir Rus şair olan Yesenin der ki, şairin biyografisi onun şiirleridir.
Savaş bey: Sizler Aydın’dan bahsedince içim kıyıldı, yaşadıklarınız inanın yaşadıklarımızın aynısı, .Bu alçak düşmanlarımıza karşı yüce Atatürk’ün
“Milletlerin kalbinde intikam hissi olmalı. Bu alelade bir intikam değil, hayatına, istikbaline, refahına düşman olanların zararlarını dermeyi hedef tutan bir intikamdır.”
–“Bütün dünya bilmeli ki; karşımızda böyle bir düşman oldukça onu affetmek elimizden gelmez ve gelmeyecektir. Düşmana merhamet, aciz ve zaaftır; bu insaniyet göstermek değil, insanlık hassesinin yok olduğunu ilan eylemektir.” Düşüncesi gibi düşünüyorum bir gün inşallah hesabını soracağız.
Savaş bey, Saqif beye dönerek Atatürk dediniz ya, iste Aydın Atatürk’ünde dedelerin yaşadığı yerdir.
-Ya öylemi oysa ben Selanik’li bilirim.
Biz konuşmaya öylesine dalmışız ki,ön tarafta bir ses, şoför bey biz buradan “düşelim” (inelim)biraz alış veriş yapacayık da,
Anladık ki merkeze gelinmiş, zaten Azerbeycan’lı dostlarımız Adana’yıda alış-veriş merkezlerini de en az bizim kadar biliyorlar. Şoför durdu ben yüksek sesle Aysel aman dikkat düşerken bir yerinizi kırmayasınız.
Her zaman aynı şakayı yaptığımı bilen Ayşel dönüp yüzüme, Abi yaa diyerek gülümsetti bizi…
Cahit Günay Şair-Yazar & Gönül Elçisi
Müstəqil.Az